MiDd0Wn Aradığınız Herşeyi Bulabileceğiniz Tek Adres...!!! |
|
| Tarihimize Şan Verenler...!!! | |
| | |
Yazar | Mesaj |
---|
Admin Psc0 AdMiNsTaTöR
Mesaj Sayısı : 487 Kayıt tarihi : 07/08/09 Yaş : 35 Nerden : Türkiye/Bursa
| Konu: Tarihimize Şan Verenler...!!! Paz Ağus. 09, 2009 1:20 am | |
| Önsöz
Sultan Tuğrul Bey Sultan Alparslan Sultan Melikşah Nizamü'l-Mülk Kutalmisoğlu Süleyman Şah Sultan Kılıç Arslan(II) Sultan Alâeddin Keykubad Osman Gazi Sultan Orhan Gazi Şehzade Süleyman Sultan Murad Hüdâvendigar Hacı İlbeyi Fatih Sultan Mehmed Han Mihaloğlu Gazi Alâaddin Ali Paşa Ulubatlı Hasan Yavuz Sultan Selim Basbaros Hayreddin Paşa Kanuni Sultan Süleyman Mimar Sinan Fuzûli Bakî Turgut Reis Pîrî Reis Tiryaki Hasan Paşa Kemankes Mustafa Paşa Hezarfen Ahmed Çelebi Kâtip Çelebi Buhurizâde Mustafa Itrî Efendi Evliya Çelebi Köprülü Mehmed Paşa Mehmed Es'ad Yesarî Efendi Ahmed Cevdet Paşa Kova Yusuf Sultan II.Abdülhamid Han Nene Hatun Şeyh Şamil Gazi Osman Paşa Ali Emiri Efendi Koca Seyyid Şahin Bey Mehmed Akif Bibliyografya
Buğun dünyada "süper güç" olarak takdim edilen ülkeler, yeni nesle tarihlerini öğretirken, hayalî kahramanlardan ve uyduruk tarihten medet ummaktadırlar. Zira onların tarihlerinde övünülecek, fazilet olarak takdim edilecek hâdiseler pek olmadığı gibi, "örnek şahsiyetler" de yoktur. Onun için ortaya, Teksas, Tommiks, Red-Kit, vs. gibi çizgiroman kahramanları, Süpermen gibi hayalî kahramanlar çıkarmışlardır.
Oysa bizim tarihimiz baştan başa, şanla, şerefle doludur. Tarihimize mührünü basmış sayısız kahramanlar, kumandanlar, idareciler, ilim adamları, san'atkârlar, maneviyat büyükleri, birer masal kahramanı değil, yaptıklarının çoğu tevazu perdesi altına gizlenmiş gerçek kahramanlardır.
Düşünün, ecdadımız İstanbul'u fethettiği zaman, daha Amerika kıtası bile keşfedilmemişti. Ecdadımız dünyanın en büyük topunu icad eder, dünyanın en mükemmel silah fabrikalarını kurarken, bugün dünya silah pazarını elinde bulunduran ülkelerin adlan-sanları yoktu. Ecdadımız, dünyanın en mükemmel ordu teşkilatını, en gelişmiş harp sanayiini kurarken, mimarîde, san'atta, ilimde en mükemmel örnekleri ortaya koyarken, Batı dünyası, bütün bu icraatları hayretler içerisinde ve hasetle seyrediyordu.
Gün geldi, devran döndü. Bizim çocuklarımız, mükemmel örnekleri ortaya koyarken, Batı dünyası, bütün bu icraatlan hayretler içerisinde ve hasetle seyrediyordu.
Gün geldi, devran döndü. Bizim çocuklarımız, gençlerimiz, tarihini bilmez, ecdadını tanımaz oldu. Bunun faturasını da çok ağır ödedik, hâlen de ödemekteyiz. Maddî, manevî sıkıntılarımızın temel sebeplerinden biri, işte bu şekilde mazimizi, tarihimizi bilmeyişimiz, ecdadımızı tanımayışımızdır.
Bize bu cennet vatanı armağan eden, bu güzelim ülkeyi İslam beldesi haline gelen bu topraklar üzerinde Ezan-ı Muhammedi'nin ilelebet yankılanması için canlarını feda eden, İ'la-yı Kelimetullah sancağını üç kıtada şerefle dalgalandıran, ilimde, teknikte, san'atta birinciliği kimselere kaptırmayan ecdadımızı tanımak, herşeyden önce bu vatanda yaşayanların boynuna borçtur. Hususan da gençlerin...
Niçin gençler için "hususan" kaydını koyuyoruz. Zira, eğik başlan tekrar dik tutturmak, izzet, vakar, şeref yolunu açmak gençlerin aslî vazifesidir. Yaklaşık bir asırdan beri devam eden Batının tahakkümünden kurtulmak, ekonomik sıkıntı çemberim parçalamak, manevî değerleri yeniden elde edip asıl mecraina oturtmak için, ecdadı örnek almak lazımdır.
Bir Fatih Sultan Mehmed'e bakınız, 21 yaşında İstanbul'u fethetmiştir. Bu bir masal değil, gerçeğin tâ kendisidir. İşte gençlerimiz kendilerine bu büyüğümüzü örnek almalı, "21 yaşında Fatih olmanın" yollarım araştırmalı, kendilerini ona göre hazırlamalıdırlar.
Tarihimize şan veren, bize bu vatanı armağan eden, güzel ahlakın, güzel idarenin numunelerini sergileyen, zaferler ve fetihler yolunu açan büyüklerimizden bazılarının hayatını hülasa olarak nakledeceğiz.
Gençlerimizin, TV filmleri, çizgi filmler, çizgi romanlar bombardımanıyla zihninde yer alan Batılı uyduruk kahramanları değil de, ecdadımızı örnek almasını yürekten arzulamaktayız.
Tarihine ve ecdadına sahip çıkan gençliğin, yakın bir gelecekte, güzel günler kapısını aralayacağına ve hepimizin yüzünü güldüreceğine inanıyoruz.
Buyrun, "Tarihimize Şan Verenler"den bazılarını tanıyalım, onların şahsında bütün büyüklerimizi dualarla, fatihalarla yâdedelim...
Burhan BOZGEYİK | |
| | | Admin Psc0 AdMiNsTaTöR
Mesaj Sayısı : 487 Kayıt tarihi : 07/08/09 Yaş : 35 Nerden : Türkiye/Bursa
| Konu: Geri: Tarihimize Şan Verenler...!!! Paz Ağus. 09, 2009 1:20 am | |
| Sultan Tugrul Bey
Devrinde dünyanın en kuvvetli ve en büyük devleti olan Selçuklu Devleti ve büyük devlet adamı Tuğrul Bey... Biri diğerini hatırlatan iki muhteşem isim... Müslümanların kurduğu büyük devletlerden olan Selçuklu Devletinin kuruluşu ve yükselişi Tuğrul Beyin hayatında düğümlenir. Çünkü Selçuklu Devletinin kurucu, ağabeyi Çağrı Beyle birlikte Tuğrul Beydir...
Mahir bir devlet idarecisi, şecaatli ve dirayetli bir kumandan, İhlasın ve tevazuun zirvesinde bir Mü'min, Ceyhun'dan Fırat'a kadar uzanan bir devletin kurucusu Tuğrul Beyin hayatı ibretlerle doludur. Sarsılmaz azmin, ulvî idealin, dağ gibi îmanın müşahhas misalidir Sultan Tuğrul Bey...
Tuğrul Beyin baştan sona mücadelelerle dolu ibretli hayatına bakmak için nazarlarımızı Tuğrul Beyin doğduğu 995 tarihinde daha öncelere çevirmemiz konuya açıklık kazandıracaktır. Bu yüzden, Selçuk boyunun, Oğuzların Subaşılığını yaptığı devrelere gidiyoruz...
Kınık boyu Beyi Selçuklular
Selçukoğulları, Oğuzların Kınık boyuna mensuptur. Bu boyun beyidirler. Yine Oğuzların bir başka boyunun beyleri de Cihanın en büyük Devletini kuracak olan Osmanoğullarıdır.
Tuğrul Beyin Dedesi Selçuk Bey, babası Dukak beyin 910 yılında ölmesi üzerine sü-başı olur. Selçuk Bey 915 yılına doğru İslâmiyyetle müşerref olmuş ve bu yüce dini Kınık boyuna tebliğ etmiştir. Kınık boyuna mensup Türkler büyük bir coşkuyla İslâmiyyeti kabul etmişler ve İslamiyyetin diğer Oğuz boylarına da tebliği için şevkle çalışmaya koyulmuşlardır...
Selçuk Beyin oğullarından Mikail Bey, Çağrı ve Tuğrul Beylerin Babalarıdır. Mikail Bey, 998'te Çağrı ve Tuğrul Beyler henüz çok küçük yaştayken şehit düşmüştür.
Babalarının şehadetinden sonra Çağrı ve Tuğrul Beyler, dedeleri Selçuk Bey'in nezaretinde Cend şehrinde itina ile yetişirler...
Dedelerinin vefatından sonra iki bahadır kardeşin mücadele dolu hayat dönemi başlar...
Cesur, kahraman, dirayetli Selçukoğulları civar Devletlerin kısa zamanda alâkasını çekmiştir. Bunlardan en mühimleri; o devirde Dünyanın en büyük devletlerinden olan Gazneli Devleti ve Karahanlı Devletidir. İkisi de Müslüman Türk Devletidir. Sağlam idare tesis etmeğe muvaffak olmuş devletlerdir. Fakat her iki devlet de Selçuklulara el uzatmama, onlardan istifade etmememe yolunu tercih ettikleri
gibi Oğuzların bu namlı boyunu ezmek, yoketmek için uğraşmışlardır. Bu yanlış kararları ve hırsları devletlerinin çökmesini netice vermiştir. Cenab-ı Hak, İslam'ın sancaktarlığını, ihlasla hareket eden Selçukoğullarının yapmasını takdir etmiştir.
Selçuk Beyden sonra Yabgu olan Tuğrul Bey'in amcası Arslan Yabgu'ya, Gazneli hükümdan Sultan Mahmud, görüşmek istediğini söylemiş ve Onu davet etmiştir. Suizânı aklına getirmeyen Arslan Yabgu da davete icabet etmiştir. Fakat Oğuzlardan çekinen Sultan Mahmud'un niyeti başkadır. Oğuzları başsız bırakarak daha fazla toparlanmalarını önlemek istemektedir. Bu niyetini fiiliyata dökerek Arslan Yabguyu yakalatıp, Hindistan'a Ganj nehrinin güneyine sürmüştür.
Arslan Yabgu Hindistan'da esir ve sürgünken yerine geçen yeğeni Yusuf İnanç Yabgu da 1028 yılında Karahanlılar tarafından yakalanıp şehid edilmiştir.
Gazneliler Deletler hukukunu açıkça ihlal etmişlerdi. Hiçbir sebeb yokken bir Oğuz beyini hileyle yakalayıp hapsetmişlerdir. Tuğrul ve Çağrı Beyler müteaddit defalar müracaat ederek amcaları Arslan Yabgu'nun iadesini istemişler, fakat her defasında bu istekleri reddedilmiştir.
Tuğrul ve Çağrı Beyler el ele vererek Selçukoğullarını "Adalet" esasına dayalı büyük bir devlet haline getirmek, Gaznelilere ve Karahanlılara adalet ve hakkaniyet dersini vermek için çalışmalara koyulmuşlardır.
İki cihangir kardeş bu kararı verdiklerinde hiç kimse bu küçük Oğuz boyunun, Gaznelilere boyun eğdirip daha sonra Akdenize ulaşacağını tasavvur edemezdi. Kartalın serçeye tasallutunun, serçenin istidatlarını (yeteneklerini) inkişaf ettirmesi gibi, kuvvetli devletlerin Selçuklulara tasallutu ve zulümleri de Selçukluların mukavemet ve mücadele azmini kamçılamış, kabiliyetlerini geliştirmiştir.
23 Mayıs 1040 tarihinde Büyük Selçuklu Devletinin resmen kuruluşuna kadar geçen mücadele dolu devreye bakmaya devam edelim...
Selçukoğulları ilk başlarda Müslüman Devletlerle çatışmaktan mümkün mertebe kaçınmışlar ve Bizans üzerine seferler tertip etmişlerdir. Çağrı Bey, 1016-1021 arasında Güney Kafkasya'ya dalmış ve beş yıl boyunca bir avuç Oğuz atlısı ile Bizans'ın doğu sınırlarında gezmiş, büyük ganimetler elde etmiştir.
Bahsi geçtiği gibi, yapılan haksızlıktan sonra Gaznelilerle mücadeleye karar verilmiş ve akabinde de Horasan'da devamlı akınlar yapılmaya başlanmıştır. O andan 23 Mayıs 1040'daki Dandanakan savaşına kadar devam edecek Gaznelilerle Selçuklular arasındaki mücadele başlamış olur.
Selçuklular ilk hedef olarak Horasan illerini seçmişlerdi. Onlar, Horasan'a hakim olacak siyasî kuvvetin aynı zamanda bütün İran'a hakim olacağını ve Yakın Doğunun efendisi olacağını biliyorlardı...
Selçuklular Sultan Mahmud'un ölümünden sonra, onun oğullan Sultan Muhammed ve Sultan Mesud arasındaki saltanat mücadelesinden istifade etmesini bildiler.
1031'de Horasan'ın doğu kısmının merkezi olan Herât'ı aldılar. Bu fethin akabinde Gazneliler Selçukluları yapılan savaşta yendiler ve elden çıkan topraklarını geri aldılar. Fakat, 1035 yılında Çağrı bey kumandasındaki Selçuklu ordusu, kuvvetçe çok üstün Gazneli ordusunu, dâhice bir taktikle bozguna uğrattı.
Selçuklular 1037 yılında Horasan'ın en büyük şehirlerinden Merv'i, daha sonra yine Horasan'ın büyük şehirlerinden Belh'i ele geçirirler.
Horasan'da Selçuklu fütuhatı peşpeşe devam eder. 1038'de Herat ve Nişâpûr fethedilir.
Selçukluların bu gelişmesinden rahatsız olan Gazneliler 1039 yılında Selçuklulara kati darbe vurmak için harekete geçmişlerdi.
Gazneli Hükümdan Sultan Mes'ud'un büyük bir orduyla üzerlerine gelmesi üzerine Çağrı bey, bütün Selçuklu ailesinden yardım istedi. Bu çağrıya Nişapur'un fethinden sonra sultan ünvanıyla adına hutbe okutan kardeşi Tuğrul bey, Merv'den eski Oğuz Yabgusu olan Musa maiyyetleriyle icabet ettiler...
İki ordu Merv civarında Dandânakan'da karşılaştı. Savaş neticesinde Gazneliler mağlup oldu. Bu savaştan sonra bütün İran Selçukluların eline geçti. Bütün civar ülkeler Selçuklulara baş eğdi.
Sultan Tuğrul Bey
Tuğrul Bey, Nişâpur'un fethini müteakip Nişapur'da Sultan ünvanıyla adına hutbe okutarak, köklü bir şekilde 1040 yılında tesis edilecek Selçuklu Devletinin hükümdarı olduğunu ilan etmiştir.
Çağrı Bey, kendisinden küçük olmasına rağmen, devlet idareciliğindeki mahareti yüzünden kardeşi Tuğrul Bey'in Sultan olmasını istemiş ve kardeşini candan desteklemiştir. Bu hareketiyle idarede birliğin ve halkın huzurunun ilk planda eldiğini göstermiş ve bir kumandan olarak devlete hizmeti şiar edinmiştir. Böylelikle askeri sahadaki dehasıyla Çağrı Bey, siyâsî sahadaki dehasıyla Tuğrul Bey Selçuklu Devletini zaferden zafere götürmüşlerdir.
Ebû Talib Muhammed b.Mikâil b.Selçuk Tuğrul Bey
Selçukluların başına geçtikten 5 Eylül 1063 Cuma günü vefatına kadar 25 yıl aralıksız fütuhat yapmış ve dünyanın en büyük devletini kurmağa muvaffak olmuştur. Bu muvaffakiyetin en büyük âmili olan ittihad (birlik), Tuğrul beyin her zaman düsturu olmuştur.
Selçuklu Devletinin tanzim şeklinin ele alındığı Merv'de toplanan büyük kurultayda Tuğrul Bey, ittihad halinde hareket etmenin lüzumunu şöyle bir misalle açıklamıştır.
Tuğrul Bey kurultayda eline aldığı bir oku ağabeyi Çağrı Beye vererek kırmasını ister. Çağrı Bey bu tek oku rahatça kırar. Aynı hareketler tekrarlanır ve ok sayısı üçe çıkınca Çağrı Bey kırmakta zorlanır. Ve dört oku kıramaz. Bunun üzerine Tuğrul Bey, birlik olmadıkları takdirde kolayca yenilebileceklerini, birleşik oklar gibi tesanüd içerisinde oldukları her zaman muvaffak olacaklarını anlatır.
Tuğrul Beyin saltanatı esnasındaki Selçuklu fütuhatına hülasa olarak göz atalım:
Dandanakan zaferinden sonra süratlenen fütuhat hareketleri ile Belh kesin şekilde Selçuklu Devletine bağlanır. Toharistan fethedilir. Harzem ülkesi 1045'te Selçuklu idaresine girer. Güneydoğu İran'da önemli fetih hareketleri başlatılır. Umman Denizine, Basra Körfezi'ne kadar olan topraklar fethedilir.
1054'te Sistan, 1055'te Mekrân (Kirman ile Belûcistan arasındaki eyalet) alınır.
Bu şekilde fetihlere devam edilir ve Tuğrul Bey zamanında Selçuklu Devleti ihtişamın zirvesine çıkar. Bugünkü İran, Irak, Azerbaycan, Ermenistan, Baba ve Hindikuş Dağlarının kuzeyinde kalan bütün Afganistan, Türkmenistan, Karakalpakistan, Üst-Yurt ve Kızılkum Çölünü içine alan yüzölçümü 3.600.000 kilometre kareye ulaşan muhteşem bir devlet...
Tuğrul Bey zamanında Selçuklu hakimiyyeti altına giren bu topraklar son derece kesif nüfuslu, aynı zamanda mâmur ve büyük şehirlerin bulunduğu topraklardı. İktisadî ve stratejik değer bakımından fevkalade ehemmiyetli yerlerdi.
Dünyanın en büyük Devletlerinden birisi olan Selçuklu Devletine yine Tuğrul Bey zamanında 28 kadar devlet tâbi olmuştu. Adaleti mülkün esası olarak kabul etmiş olan Tuğrul beyin bu âdil idaresini gören birçok ülkeler kendiliklerinden Selçuklulara tâbi oluyorlar, bir kısım devletler de Selçuklularla Sulh anlaşması yapıyorlardı.
Tuğrul Bey bu büyük Devleti nasıl tesis etmişti?.. Bu muvaffakiyetin sırrı neydi?.. Bu suallerin cevabını Tuğrul Bey'in şahsiyetinde bulmaktayız...
Fermanlarının başına sultanlık alâmeti olarak "Hasbiyallah" (Allah bana yeter) yazan Tuğrul Bey, beş vakit namazını cemaatle eda etmeğe azâmi gayret gösterirdi. Yanına cami inşa ettirmeden kendisi için mesken inşa ettirmezdi.
Kıyafeti itibariyle, alelade bir kumandandan, bir halktan farksızdı. Teşrifat kaidelerine riayet etmez ve önüne gelenle konuşurdu. Son derece mütevâziydi.
Fevkalâde âdil ve dürüst, son derece cesur ve kahraman, cüretkâr, samimi bir müslüman olan Tuğrul Bey ilim ve din adamlarına da çok hürmet gösterirdi. Din âlimlerine son derece hürmet eder, onlan ziyaret ederek ellerini öper, dualannı alırdı.
Ayrılığa meydan vermemek için her türlü tedbiri alır ve ittihad-ı İslam için gayret gösterirdi. İslâm Âleminin birlik ve beraberlik içerisinde olmasını arzu eder ve bu ulvî arzunun tahakkuku için çalışırdı. Bu yüzden, Halife Kaim'i Şiî Büveyhoğullarının baskısından kurtarmış ve Kahirede'ki Şiî Fatımî halifesine karşı Ehl-i Sünnet mensuplarının halife kabul ettikleri Kaim Bi-Emrillah'a destek olmuştu. Bu gayretlerinden dolayıdır ki, Halife Kaim 15 Aralık 1055 Cuma günü Bağdad'da hutbenin Tuğrul Bey adına okutulmasını emretmiştir. O andan sonradır ki Tuğrul Bey, bütün İslâm Âleminin manevî lideri durumuna da gelmiştir.
Tam olarak tesis tarihi olan 1040'tan inhitat (çöküş) tarihi olan 1308'e kadar 268 sene devam edecek büyük bir Devletin kurucusu Sultan Tuğrul Bey, Devletin ikinci başşehri olan Rey'de bugünkü adıyla Tahran'da medfundur. | |
| | | Admin Psc0 AdMiNsTaTöR
Mesaj Sayısı : 487 Kayıt tarihi : 07/08/09 Yaş : 35 Nerden : Türkiye/Bursa
| Konu: Geri: Tarihimize Şan Verenler...!!! Paz Ağus. 09, 2009 1:21 am | |
| Sultan Alparslan
Üzerinde yaşadığımız bu cennet vatanı bizlere armağan eden büyüklerimizden birisi de Sultan Alparslan'dır. İslâmın bu bahadır evlâdı Malazgirt'te kalabalık Bizans ordusunu perişan ederek Anadolu'nun kapısını Müslümanlara açmıştır. Fetih ordusu da açılan bu kapılardan tekbirlerle girmiştir ve her karışını kanlarıyla sulayarak kendilerine yurt edinmişlerdir... Selçuklu Devletinin ikinci büyük hükümdarı olarak tahta geçen Sultan Alparslan 20 Ocak 1029'da doğmuştur. Küçük yaşlardan itibaren babası Çağrı beyin yanında muharebelere iştirak etti. Cenk meydanlarında kılıç sallayarak yetişti. Babasının sağlığında iken mert ve mahir bir kumandan olarak tanındı. Bizzat kumanda ettiği orduyla birlikte pek çok savaşlara katıldı ve zaferler kazandı. Çağrı Bey, henüz sağlığında oğlu Alparslan'ı Horasan tahtına veliaht tayin etmişti. Çağrı Bey 1060'ta vefat edince Alparslan Horasan valisi oldu.
Alparslan, amcası Tuğrul Beyin 7 Eylül 1063'te evlad bırakmadan vefat etmesi üzerine, 7 Aralık 1063'te Selçuklu Beyleri tarafından tahta çıkarıldı ve kendisine biat edildi. Kısa zamanda bütün Selçuklu beyleri ve Tuğrul Beyin veziri El-Kunduri de Alparslana biat etti (bağlılığını bildirdi). 27 Nisan 1064 günü Halife Kaim bi Amrillah'ın da hazır bulunduğu bir mecliste cülus merasimi yapıldı ve Alparslan sultan ilan edildi.
Alparslan ilk icraat olarak, asayişi temin etti. İsyanları bastırdı. Devlet teşkilatına ve orduya çeki düzen verdi. Akabinde de fetih harekâtına başladı. 1064'te bir Hıristiyan krallığı olan Gürcistan'ı fethetti. Kars'ı ve Ani'yi aldı.
Devleti için Bizanslıları devamlı bir tehdit unsuru olarak gören Alparslan, düşman üzerlerine gelmeden önce düşmanın üzerine gidilmesi yolunu seçti ve namlı kumandanlarını Anadolu'ya akınlara gönderdi. Bunlardan, Gümüş Tekin, Afşin ve Ahmed Şah Anadolu içlerine daldılar ve Bizans ordularını bozguna uğrattılar.
Afşin Bey 1067'de Malatya civannda çok kalabalık Bizans ordusunu bozguna uğratmış, Kayseri'yi fethederek Orta Anadolu'ya kadar ilerlemişti.
Afşin Bey 1069 senesinde de Anadolu'da Bizans ordusunu bozguna uğratarak akınlara devam etmiş ve Ege sahillerine kadar ilerlemiştir.
Alparslan, Kutalmışoğlu Süleyman Şah'a da Anadolu'nun fethini emretmişti. Bu namlı kumandan aldığı emir üzerine süratle Anadolu'ya dalmış ve fetih harekatlanna başlamıştı.
Selçukluların Anadolu'da üst üste kazandıkları zaferlerden ürken Bizanslılar, kesin netice almak için büyük bu ordu hazırlamışlardı. İki yüz bin kişilik bir büyük ordunun başına imparator Romanos Diogenes geçmişti. Niyetleri Müslüman Türkleri Anadoludan çıkarmak, hatta bütün Selçuklu topraklarını ele geçirerek bu devleti ortadan kaldırmaktı. Bu niyetle yola çıkmışlardı ve kendilerinden de son derece eminlerdi. Böyle kalabalık bir orduya kimsenin karşı koyamayacağını zannediyorlardı.
Bizans ordusu şarka doğru ilerlediği esnada Alparslan Halep civannda bulunmaktaydı. Niyeti, bütün Suriye'yi fethetmekti. Bizanslıların Anadolunun doğusundaki yerleri ele geçirip Azerbaycan'a girmek maksadıyla ilerlediklerini haber alınca ordusunun bir bölümünü Suriye'nin fethi için bırakıp kalan 54 bin kişilik kuvvetle süratle yola çıktı. Fırat'ı geçip, Diyarbakır yoluyla Ahlat'a doğru hareket etti. Bu esnada Bizans ordusu Malazgirt'e gelerek kaleyi ele geçirmişti.
Sultan Alp Arslan, Buharalı İmam Muhammed Bin Abdülmelik'in tavsiyesi üzerine muharebeyi Cuma gününe denk getirmişti. 26 Ağustos 1071 Cuma günü bütün İslam beldelerinde ve Malazgirt ovasında kılınan Cuma namazında halifenin gönderdiği şu hutbe ve dua okunmuştur:
"Allahım! İslâmın sancaklarını yükselt ve hayatlarını Sana kulluk için esirgemeyen mücahidlerini yalnız bırakma! Ya Rabbi! Alp Arslan'ı düşmanlarına karşı muzaffer kıl ve onun askerlerini meleklerin ile kuvvetlendir! Zira O, Senin rızanı kazanmak için varlığını, canını ve her şeyini fedadan sakınmıyor. O Senin yolunda ve dininin üstünlüğü için nasıl cihat yapıyorsa Sen de onu öylece koru ve düşmanlarını kahret!"
Malazgirt ovasında kılınan Cuma namazından sonra bütün erler bir birleriyle helallaşmıştı. Alparslan beyaz bir elbise giymişti.
Toplanan askerlerin yanına gelen Alparslan, atından inerek secdeye varmış ve Âlemlerin Rabbine şöyle niyazda bulunmuştu:
'Ya Rabbi! Seni kendime vekil yapıyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihad ediyorum. Ey Allahım! Niyetim halistir, bana yardım et, sözlerimde hilaf varsa beni kahret!"
Sultan Alparslan daha sonra askerlerine dönerek şöyle demiştir:
"Burada Allah'tan başka bir sultan yoktur; emir ve kader tamamiyle O'nun elindedir. Bu sebepten benimle birlikte savaşmakta veya savaşmamak için uzaklaşmakta serbestsiniz."
Askerler heyecanla, hep bir ağızdan; "Asla emrinden ayrılmayacağız!" diye haykırmışlardı. Alparslan konuşmasına şöyle devam etmiştir:
"Ey askerlerim! Eğer şehid olursam bu beyaz elbise kefenim olsun, Zaferi kazanırsak önümüzde çok hayırlı günler olacaktır. Ey askerlerim ve kumandanlarım! Daha ne zamana dek biz azınlıkta düşman çoğunlukta olmak üzere, böyle bekliyeceğiz. Düşmanı yenersek arzu ettiğimiz netice
hasıl olacaktır. Yoksa şehit olarak Cennete gideceğiz. Beni izlemek isteyenler gelsinler. Geri dönmek isteyenler serbestçe dönsünler. Onlara hiçbir ceza verilmeyecektir. Bugün burada ne emreden bir sultan, ne de emir alan bir asker vardır. Ben de sizlerden biriyim ve sizinle birlikte savaşacağım."
Bu konuşmasından sonra oku, yayı atarak kılıcını sıyıran Alparslan, "Bismillah!" diyerek en ön safta düşmana doğru at sürmüştür. Kumandanlarının arkasından şimşek gibi Bizans ordusu üzerine atılan 54 bin er, düşman ordusunu perişan etmişti. Gün boyu devam eden savaş neticesinde müslümanlar kesin zaferi kazanmış, kılıç artığı Bizans askerleri yüz geri kaçmağa başlamışlardı. İmparator Diogenes esir alınmıştı. İmparator, Sultan Alparslan'ın huzuruna getirildi. Muzaffer padişah esir imparatorun ellerini çözdürdü ve yanına oturttu. Esir imparatora misafiriymiş gibi davranıyordu. Sohbet esnasında İmparator'a sordu:
"Ey Rum Kayzeri, ben senin eline esir düşmüş olsaydım, bana nasıl muamele ederdin? Diogenes:
"Kamçılattınrdım" diye cevap verdi. Alparslan:
"Şimdi, benim size nasıl bir muamelede bulunacağım tahmin ediyorsunuz?"
"Ya öldüreceksiniz, yahut da bir harp esiri sıfatıyla bütün Selçuk ülkesini dolaştıracaksınız. Çok zayıf bir ihtimale göre de, benden bir kurtuluş akçesi ve rehineler aldıktan sonra serbest bırakacaksınız."
Alparslan bu cevab karşısında tebessüm etmiş ve Diogenes'e: "Bilemediniz. Düşündüğünüzün hiçbirisini yapmayacağım. Sizi karşılık beklemeden serbest bırakacağım" demiştir.
Alparslan, Diogenes'e bol miktarda altın para verdi ve yanına muhafızlar katarak İstanbul'a kadar emniyetle gitmesini temin etti.
Malazgirt zaferi üzerine Anadolunun kapısı Müslümanlara açılmıştı. Bu cennet belde kısa zamanda tevhid ehli ile dolacak, tekbirlerle nurlanacaktı.
Alparslan 1072'de Mâverâünnehir civarında fetih hareketlerine girişti. Fethettiği bir kalenin komutanı olan Yusuf Harezmî tarafından hançerlendi. Aldığı bu hançer yarasından kurtulamadı ve 25 Ekim 1072'de şehid olarak baki âleme göçtü. Cenazesi Merv şehrine götürülerek oraya defnedildi.
Mahir bir kumandan ve müdebbir bir idareci olan Alparslan İslâmiyeti harfiyyen yaşamaya gayret etmiş ve İslamiyetin kazandırdığı güzel ahlakla milletine örnek olmuştur. Düşmanlarını bile affetmesiyle, üstün ahlakını göstermiştir.
Alparslan, veziri Nizamülmülke geniş selahiyetler vererek memleketin baştan başa ilim ve irfan güneşiyle aydınlanmasına çalışmıştır. Hakkı tebliğ etmek ve yaymak için bütün imkanları seferber etmiş, Müslümanlara yönelen tehlikeleri bertaraf etmek için hayatını ortaya koymuş, cihaddan cihada koşmuştur.
Yahya Kemal'in "Alparslan'ın Ruhuna Gazel' şiirini hatırasını yâd maksadiyle naklediyoruz...
"İklîm-i Rûm'u tuttu cihangir savleti Tarîh o işde gördü nedir şîr savleti
Titretti arş ü ferşi Malazgird önündeki Çüş ü hurûş-ı rahş ile şemşîr savleti
On yılda vardı sahil-i Kostantaniyye'ye Yer yer vatan diyarını teshir savleti
Ey şanlı cedd-i ekberimiz ab-ı tigınin Bî-hadd imiş güneş gibi tenvir savleti
Tasvir eder mi böyle şehinşâhı ey Kemâl Şimşekten olsa şi'rde ta'bir savleti" | |
| | | Admin Psc0 AdMiNsTaTöR
Mesaj Sayısı : 487 Kayıt tarihi : 07/08/09 Yaş : 35 Nerden : Türkiye/Bursa
| Konu: Geri: Tarihimize Şan Verenler...!!! Paz Ağus. 09, 2009 1:21 am | |
| Sultan Meliksah
Alparslan'ın oğlu Sultan Melikşah, Selçuklu Devletini ihtişamın zirvesine çıkarmış bir idarecidir. Yirmi yllık saltanatı esnasında ilim ve adalet güneşi devlet semalarında yükselmiş, tarihte ender görülen bir huzur, refah ve saadet devri yaşanmıştır. Melikşah 6 Ağustos 1055'te dünyaya geldi. Babası Alparslan tarafından ihtimamla yetiştirildi. Devrin âlimlerinden dinî ilimler tahsil etti. Tanınmış bahadırlardan harp dersleri alarak usta bir asker olarak yetişti. Henüz 8 yaşlarındayken devlet idaresiyle yakından ilgilenmeye başladı. 10 yaşında iken babasıyla birlikte Gürcistan seferine iştirak etti ve ordugâhta babasına vekâlet etti. Bizanslıların müdafaa ettiği bir kaleyi Nizamülmülkle birlikte fethetti. Ani yakınındaki Meryem Nişin Kalesi'nin muhasarasında ısrar etti ve kalenin fethinde mühim rol oynadı.
Alparslan; cesareti, idarecilikteki kabiliyeti ve İslama bağlılığı ile dikkatleri çeken ve herkesin sevgisini kazanan Melikşah'ı veliaht olarak göstermiş ve bunu her vesile ile ilan etmiştir. Alparslan 1066'da Melikşah'ı resmen veliaht ilan etti. Malazgirt savaşı öncesinde de bu arzusunu açıkladı. 1072'deki şehadetinden sonra da henüz 17 yaşında olan oğlu Melikşah yerine Sultan oldu.
Sultan Melikşah, saltanatının ilk iki senesini iç kavgaları yatıştırmak ve hudutları müdafaa etmekle geçirdi. Mahir bir idareci olan Nizamülmülkü geniş selahiyetlerle kendisine vezir yaptı. Devleti tehdit eden Karahanlı ve Gaznelilere karşı koydu ve onları mağlup etti.
Melikşah'ın en büyük ideali, bütün müslüman devletleri bir bayrak altında toplamak, İslam Birliği'ni tesis etmekti. Bu gaye için çalışmağa başladı. Halife Kaim bin Amrülah ile sıkı münasebet tesis etti. Halife, Melikşah'a, "Mu'izze'ddin" ve "Celâlüddevle" unvanları ile birlikte o vakte kadar hiçbir hükümdara verilmemiş olan ve hilafet makamının en büyük yardımcısı mânasına gelen "Kasım Emire'l Mü'minîn" lakabını verdi.
Melikşah devrinde Anadolunun fethinin tamamlanması hareketi süratle devam etti. Süleyman Şah'a yaptığı yardımlarla Anadolu bir İslam beldesi haline geldi. Vermiş olduğu emirle, Anadolu Selçuklu Devleti kuruldu.
Devlet teşkilatını ve orduyu intizama sokan Melikşah fetih hareketlerine babasının bıraktığı yerden devam etti. Kutalmışoğulları Süleymanşah ve Mansur ile, Türkmen reislerinden Artuk Bey, Tutak ve Alp İlig gibi namlı kumandanlar Anadolu'da zaferden zafere koşuyor, önlerine çıkan Bizans ordularını bozguna uğratıyorlardı.
Anadoludaki Hıristiyan halk, Bizans idaresinden bunalmıştı. Saray hileleri ve umumî idaresizlik yüzünden derebeyleri Anadoluyu kasıp kavuruyorlardı. Sık sık kendilerini imparator ilan ederek merkeze yürüyen kumandanların baskısına maruz kalıyorlardı. Bu yüzden kendilerine adaletle muamele eden ve gittikleri yere huzur ve refahı da birlikte götüren Müslümanları sevinçle karşılıyorlardı.
Türkmen birlikleri Yeşilırmak, Kelkit ve Çoruh havzalarını ele geçirmişler, Alaşehir'i fethederek Ege sahillerine kadar uzanmışlardı. Diğer bir kol da Urfa ve Nizip civarında Bizans ordularını yenerek Güney ve Güneydoğu'da fetihler yapmışlardı.
Süleyman Şah İznik'i fethetmiş, Üsküdar'a kadar ilerliyerek bütün Boğaziçini kontrol altına almıştı.
Kısa zamanda Mardin ve Diyarbakır ile civarındaki otuzdan fazla kale ve şehir fethedildi. Ayrıca Siirt, Bitlis ve Ahlat gibi mühim yerler de fethedilerek Büyük Selçuklu İmparatorluğuna katıldı.
Melikşah devrinde fethedilen yerlerden bazıları şunlardır: Musul, Kudüs, Dimeşk, Haleb, Lazkiye, Gence, Kafkasya, Kars, Oltu, Erzurum Gürcü Kralı tarafından ele geçirilen bu bölgeler 1080'de fethedilmiştir), Trabzon, Azerbaycan, Buhara, Semerkand, Hicaz Bölgesi (Mekke-Medine), Yemen...
Ömrünü İslama faydalı icraatlar yapmaya adayan Melikşah her zaman şu şekilde dua etmektedir:
'Ya Rab, eğer İslama ben faydalı olacaksam, bana yardım et, muzaffer kıl! Eğer karşımdaki hasmım faydalı olacaksa, ona yardım et, onu muzaffer kıl!"
Sultan Melikşah, 20 Kasım 1092'de 37 yaşında-iken vefat etti. Cenazesi İsfahan'a götürüldü ve kendisinin yaptırdığı medresesinin yanındaki türbeye defnedildi.
Yirmi yıllık saltanatı esnasında Büyük Selçuklu Devletini Kaşgar'dan Boğaziçine, Kafkas'lardan Yemen ve Aden'e kadar genişletmek suretiyle devrin en büyük siyasî gücü haline getiren Melikşah, bu koca Devlette adaleti mülkün temeli yapmaya muvaffak olmuştur. Bu yüzden kendisine "Sultanü'l Âdil" denilmiştir. Saltanatı müddetince mağlubiyet yüzü görmediği için de "Ebu'l Feth" lakabı verilmiştir.
Melikşah zamanında, Nizamülmülk'ün de himmeti ve gayreti ile gayet muntazam bir divan (hükümet) teşkilatı ve yarım milyonu bulan muntazam bir şekilde yetiştirilmiş daimî ordu kurulmuştur.
Fakirleri, ilim ve san'at adamlarını korumak için devlet bütçesine ödenek koydurulmuştur.
Âlimleri ve san'atkarlan himaye etmiş, onlara büyük alâka göstermiş, ilim sahibi zatları bizzat ziyaret ederek, onların ilmine ve şahsiyetlerine hürmet göstermiştir. Devrinde, İmam-ı Gazali, Kaşgarlı Mahmut, Cürcânî gibi âlimler yetişmiştir.
Mühim bölgelere Nizamiye Medreselerini kurdurmuş, yollar, çeşmeler, medreseler, camiler inşa ettirerek ülkeyi mâmur hale getirmiştir.
İlim ve adaletin büyük itibar gördüğü ülkesinde huzur ve refah hâkim olmuş, şaşaalı bir İmparatorluk tesis edilmiştir. | |
| | | Admin Psc0 AdMiNsTaTöR
Mesaj Sayısı : 487 Kayıt tarihi : 07/08/09 Yaş : 35 Nerden : Türkiye/Bursa
| Konu: Geri: Tarihimize Şan Verenler...!!! Paz Ağus. 09, 2009 1:21 am | |
| Nizamü'l-Mülk
Nizamü'l Mülk, Büyük Selçuklu devletinin, idâri, malî ve askeri teşkilatını kuran ve kurduğu bu teşkilat bütün müslüman devletlerce örnek alınan, mahir bir devlet adamıdır. Alp Arslan ve Melikşah devirlerinde (1064'ten vefat ettiği 1092'ye kadar) 29 yıl fasılasız devam eden vezirliği esnasında yaptığı icraatlarla bütün Müslümanların gönlünde taht kurmuş değerli bir âlimdir.
Asıl ismi Hasan olan Nizamü'l Mülk, 10 Nisan 1018'de Horasan'ın eski kültür merkezlerinden olan Tuş şehrine bağlı Nukan kasabasında doğmuştur. Babası Ali bin İshak, Gazne Devletinde vazife gören bir devlet memurudur.
Nizamü'l Mülk ve kardeşi, devrin meşhur fâkihlerinden Ebu'l Kasım Abdullah'ın yanında mükemmel bir tahsil görmüşlerdir. Öyle ki Nizam-ül Mülk henüz 11 yaşında iken Kur'an-ı Kerim'i ezberlemiş ve yine çok genç yaşta iken fıkıh âlimleri arasında zikredilir olmuştur.
Dinî ve edebî kültürü ile temayüz eden Nizam-ül Mülk idarecilikte de büyük muvaffakiyet göstermiştir. Babası ile birlikte Gaznelilerin maiyyetinde çalışmış, 24 Mayıs 1040'taki Dandanakan savaşından sonra Selçuklu hizmetine girmiştir.
Nizam-ül Mülk Belh valisi Ebu Ali bin Şadân'ın yanında bulunduğu esnada şehrin idaresinde gösterdiği maharetten dolayı tanınmış ve daha sonra Merv'de bulunan Alparslan'ın yanına gitmiştir. O tarihten sonra da Alparslan'ın yanından ayrılmamıştır. Alparslan Selçuklu tahtına oturur oturmaz Nizm-ül Mülk'ü kendine vezir tayin etti. Halife Kaim bin Amrillah tarafından kendisine "Nizam-ül Mülk", "Kıvâmü'd Devle ve'ddîn" lakapları verildi.
Nizam-ül Mülk, Malazgird muharebesi hariç (Alparslan tarafından her ihtimale karşı, memleketi idare etmek vazifesi ile Hemedan'a gönderildiği için iştirak edememiştir) Devletin bütün fütuhat muharebelerinde padişahlarla (Alparslan ve Melikşah) birlikte olmuş, cesareti ve isabetli kararları ile zafere giden yolu göstermiştir.
Devlet teşkilatında, askerî, idarî ve malî sahalarda yapmış olduğu yeniliklerle devletin sağlam temeller üzerine kurulması için çalışmış ve bunda da muvaffak olmuştur.
Kurmuş olduğu idari sistem bütün İslam ülkelerine ve Osmanlı Devletine örnek olmuştur.
Bu mahir idareci İslâmiyyeti gerçek yönüyle her tarafta anlatmak ve bâtıl cereyanların yayılmasını engellemek için kurmuş olduğu medreselerle de Devlete ve İslamiyyete büyük hizmetlerde bulunmuştur.
Fatımilerin yaymış olduğu Şiî-batınî düşüncelerin ve Hasan Sabbah'ın sapık fikirlerinin Selçuklu Devleti bünyesinde yer tutmaması ve İslam akidesinin halk tarafından her yönüyle öğrenilip yaşanması için gayret sarfetmiş ve bu maksatla medreseler kurdurmuştur. İsfahan, Bağdad, Basra, Nişâbûr, Herât, Belh, Âmul, Musul gibi mühim beldelerde kurulan "Nizamiye Medreselerinde tesbit edilen ortak bir eğitim programıyla değerli ilim adamları yetiştirilmiştir.
Nizamiye Medreseleri, sistemli bir şekilde kurulmuş olan ilk üniversite olarak tarihlere geçmiştir.
Nizam-ül Mülk'ün bu çalışmaları sayesinde Ehl-i Bid'anın propagandası kırılmıştır. Bütün çalışmalarının sonuçsuz kaldığını gören sapık görüşlü Hasan Sabbah, bu büyük devlet adamını ortadan kaldırmak için planlar yapmaktaydı. Nizam-ül Mülk 15 Ekim 1092'de bir Batınî fedaisi tarafından hançerlenmek suretiyle şehid edilmiştir. Nâaşı İsfahan'a getirilerek oradaki türbesine defnedilmiştir.
Örnek devlet adamı ve İslamiyyete ömrünü vakfetmiş büyük bir insan olan Nizamü'l Mülk asırlar boyu hatıralarda yaşamıştır. Nizamü'l Mülk'ün vefatından sonra oğullan ve torunları Selçuklu Devletine vezir olarak hizmet etmişlerdir.
Nizam-ül Mülk'ün "Siyasetnâme" isimli çok değerli bir de eseri bulunmaktadır. | |
| | | Admin Psc0 AdMiNsTaTöR
Mesaj Sayısı : 487 Kayıt tarihi : 07/08/09 Yaş : 35 Nerden : Türkiye/Bursa
| Konu: Geri: Tarihimize Şan Verenler...!!! Paz Ağus. 09, 2009 1:21 am | |
| Kutalmisoglu Süleyman Sah
Selçuk Beyin oğlu Arslan Yabgu'nun torunu ve Selçuklu Beylerinden Melik Şihabeddin Kutalmış Beyin oğlu Gazi Süleyman Şah, Anadoluyu baştan başa fetheden ve bir Müslüman ülkesi haline
getiren büyüğümüzdür.
Alparslan'la birlikte Malazgirt muharebesine iştirak eden Gazi Süleyman Bey muharebede büyük kahramanlık göstermiştir. Zaferin kazanılmasından sonra Sultan Alparslan bu namlı kumandanını Anadolunun fethiyle görevlendirdi.
Gazi Süleyman Bey kahraman fedâileriyle birlikte Anadolu içlerine dalarak süratle fetih hareketine girişti ve birkaç sene içerisinde muazzam fetihler yaparak Anadolunun büyük kısmını ele geçirdi.
Gazi Süleyman Bey, Artuk, Tutuk, Dânişmend, Saltuk Beyler gibi büyük kumandanları, akıncı bölükleriyle çeşitli bölgelere göndermişti. Bu kumandanlar zaferler kazanarak Anadolunun bir İslam diyarı olmasını temin etmişlerdir.
Anadoludaki fetih ordusu Kayseri civarında Bizans ordusuyla yaptığı savaşı kazandı ve hiçbir engelle karşılaşmadan Marmara sahillerine, İzmit'e kadar ilerledi.
Süleyman Bey, Konya ile birlikte bütün orta Anadoluyu fethetti. 1075'te de mühim bir Bizans şehri olan İznik ve havalisini ele geçirerek İznik'e yerleşti.
Gazi Süleyman Beyin Anadoludaki fetihleri bütün İslam beldelerinde sevinçle karşılanmaktaydı. Sultan Melikşah da çok sevdiği Süleyman Beyin muvaffakiyetlerinden dolayı her vesileyle sevincini belli ediyordu.
Sultan Melikşah, 1077'de Gazi Süleyman Bey'i Anadolu sultanı olarak ilan etti. Böylece payitaht İznik olmak üzere Anadolu Selçuklu devleti tarih sahnesine çıkmış oluyordu.
Süleyman Şah, Bizansın içişlerine de karışıyor, desteklediği şahsı kral yaptırıyordu. Nitekim krallığını ilan eden Bizans kumandanı Botaniates'i desteklemiş ve bu kumandanın yanına iki bin asker vererek tahtı ele geçirmesine yardımcı olmuştu.
Askerlerine ve halka son derece iyi davranan ve adaletle iş ören Süleyman Şah gayr-i müslim yerli halkın da takdirini kazanmıştı. İç isyanlar ve kötü idare yüzünden perişan olan yerli halk, Süleyman Şah idaresinde huzur ve sükûna kavuşmuşlardı.
Bir yandan fetihler devam ederken, diğer yandan fethedilen topraklara Müslümanlar getirilip yerleştiriliyordu. Azerbaycan, Türkistan ve İran'dan onbinlerce Müslüman aile Anadoluya göçetmeye başlamıştı.
Süleyman Şah, Kapıdağı yarımada ile Çanakkale Boğazı'nın Asya sahillerini de ele geçirdi. İstanbul Boğazına kadar olan kısımlar daha önce ele geçirilmişti. Öyle ki Selçuklu orduları Üsküdar'a kadar gelmiş ve hasretle İstanbul'u temaşa etmişlerdi.
1081'de yapılan anlaşmaya göre, Selçukluların Marmara sahillerine kadar bütün Anadolu'ya sahip oldukları Bizanslılarca da kabul edilmiştir.
Süleyman Şah 1082 yılında Çukurova'ya girdi ve ilk önce Tarsus'u fethetti. 1083'te ise Adana, başta olmak üzere bütün Kilikya (Adana civarları) beldelerini hakimiyyeti altına aldı.
Süleyman Şah'ın en büyük arzusu Antakya'yı ele geçirmekti. Bu maksatla yola çıktı. Harekâtını gizli tuttu. 12 gün boyunca gündüzleri konaklamak ve geceleri yol almak suretiyle ordusunu ilerletti. 13 Aralık 1084 günü Antakya önlerine geldi ve ani bir hücumla şehri ele geçirdi. Şehrin büyük kilisesini camiye çevirdi. İlk cuma namazında 120 müezzin bir ağızdan Ezan-ı Muhammedi'yi okudu.
Süleyman Şah şehrin ahalisine çok iyi davrandı ve şehri baştan başa imar ettirdi.
Süleyman Şah Anadoludaki fetih harekâtını devam ettirdi. Kumandanlarını çeşitli bölgelere gönderdi. Bunlardan Buldacı Bey, 1085 başlarında Maraş, Elbistan, Göksun ve Besni kalelerini fethederek bu bölgeleri ele geçirdi.
Bu esnada Çaka Bey İzmir'i fethetmiş, İzmir Körfezinde büyük bir donanma kurdurarak Selçuklu Devletinin ilk deniz kuvvetlerinin kurucusu olmuştu.
Gümüştekin Bey ise Urfa ve Antep çevresini fethetmişti. 1085'e doğru bütün beylikler bir araya getirilmiş ve Anadolu'da kuvvetli bir devlet doğmuştu. Süleyman Şah Kurucusu olduğu devletin birliğini temin etmişti. 1105'e doğru bütün Anadolu Müslümanların eline geçmişti. Anadolu fâtihi Süleyman Şah, devlet idaresinde de maharetini göstermiş ele geçirdiği topraklara kök salmak için müslüman ahalinin Anadoluya yerleşmesini temin etmişti.
Süleyman Şah zaferden zafere koşarken, Sultan Melikşah'ın kardeşi Sultan Tutuş da saltanat hevesine kapılmış, Suriye'de bir devlet kurmak maksadıyla sağa sola saldırmaya başlamıştı.
Süleyman Şah, Sultan Tutuş'un bu hareketlerine dur demek maksadiyle ordusuyla birlikte Tutuş'un üzerine yürüdü. İki ordu 5 Haziran 1086'da Halep yakınlarında karşı karşıya geldi. Muharebenin en şiddetli safhasında bir kısım Türkmenler Süleyman Şah'ın safını terkederek karşı tarafa geçtiler. Bunun üzerine Süleyman Şah'ın ordusu bozuldu. Kendisi de muharebe meydanında vuruşurken şehid düştü. Cenazesi büyük bir cemaatle kılınan cenaze namazından sonra Halep kapısında defnedildi.
Anadolu fâtihi Süleyman Şah'ın şehadeti, Anadolu'da ve bütün Selçuklu beldelerinde üzüntüyle karşılandı.
Sultan Melikşah, Süleyman Şah'ın oğlu I.Kılıçarslan'ı İsfahan'a getirterek ihtimamla yetiştirdi.
Süleyman Şah'ın sağlam temeller üzerine bina ettiği devlet 1308'e kadar tarih sahnesinde kalmıştır. | |
| | | Admin Psc0 AdMiNsTaTöR
Mesaj Sayısı : 487 Kayıt tarihi : 07/08/09 Yaş : 35 Nerden : Türkiye/Bursa
| Konu: Geri: Tarihimize Şan Verenler...!!! Paz Ağus. 09, 2009 1:21 am | |
| Sultan Kiliç Arslan (II)
Anadolu Selçuklu Devletini ihtişamın ziresine çıkaran ve Osmanlı Devletinden önce Anadolu'da kurulan ilk büyük İslâm Devletinin namım cihana yayan idareci Sultan II.Kılıç Arslan'ın tarihimizde müstesna ve mümtaz bir yeri vardır...Sultan olduğu 1155'ten 1192'de vefatına kadar 37 yıl, devleti iç ve dış düşmanlardan arındırarak, iktisat, irfan, medeniyet yönünden terakkinin zirvesine çıkarmıştır. O'nun hükmettiği devre, tarihimizin en parlak devirlerindendir. Kılıç Arslan siyasî cihetten üç zorlu engeli aşmayı başarmış bir idarecidir: (1) Bizans'ın Anadolu'ya yeniden yerleşme ümit ve siyasetini ebediyen kırmıştır. (2) Haçlı tehlikesini Anadolu'dan bütünüyle uzaklaştırmıştır. (3) Civar bütün beylikleri merkeze bağlıyarak Anadolu birliğini kurmuştur. Bu siyasî muvaffakiyetlere paralel olarak da Anadolu'da maddî-manevî ilerlemenin başlamasına vesile olmuştur. Sultan Kılıç Arslan bu icraatlarında nasıl muvaffak olmuştur?.. Bu sorunun cevabı Sultan II.Kılıç Arslan'ın hayatında saklıdır. Bu yüzden bu cihangir padişah'ın hayatına göz atmamız gerekmektedir. Sultan II. Kılıç Arslan 1115 yılında dünyaya geldiğinde, Anadolu'da Ehl-i Tevhid'in yerleşmeye başlamasının üzerinden bir asra yakın bir zaman geçmişti. Büyükbabası Süleyman Şah, sarsılmaz bir iman, azim ve gayretle Anadolu'da Selçuklu devletinin temelini atmış ve Anadolu'nun bir İslambeldesi olması için köklü tedbirler almıştı. Süleyman Şah'ın 1086'da vefatı üzerine tahta geçen oğlu I.Kılıç Arslan tarihe şan veren bir mücadeleyle
I.Haçlı seferine (1096-1099) kahramanca karşı koymuş ve yarım milyona yakın haçlıyı Anadolu bozkırlarına gömmüştü.I.Kılıç Arslan'ın 1107'de vefatı üzerine 2.Kılıç Arslanın amcası Melikşah, Anadolu Selçuklu tahtına geçmişti. Sultan II.Kılıç Arslan şehzadeliğinden itibaren geleceğin Sultanı olmak üzere itinayla yetiştirilmiştir. Dinî ilimleri devrin meşhur âlimlerinden, devlet idareciliğini bizzat pederinden ve çocuk denecek yaşından itibaren atıldığı idarecilik hayatında pratikten öğrenerek yetişti. Babasıyla birlikte, Elbistan'ın fethinde bulundu (1144) ve Elbistan'a Melik tayin oldu. Meliklik devrinde maiyyetindeki bir avuç akıncıyla Göksün ve Maraş bölgelerine akınlar yaptı. 1147-1149 yılları arasında cereyan etmiş olan II.Haçlı seferine karşı babası Sultan Mes'ud'la birlikte karşı durmuş ve Haçlılara yapılan çetin mücadelelerde tecrübesini arttırmıştır. Melik II.Kılıç Arslan'ın da iştirak ettiği bu Hilal-Salip mücadelesinde Haçlılara büyük kayıplar verdirilmiştir. Haçlı tehlikesinin berteraf edilmesini müteakip 1149 yılında babası ile birlikte Maraş'ı haçlıların elinden kurtarmıştır.
Sultan I. Mes'ud hayattayken, siyasî bilgisiyle askeri sahada gösterdiği dirayetiyle, irade ve enerjisiyle, geniş görüşüyle tahta en layık olan bu oğlunu 1155 yılında Sultan ilan etmişti. Sultan II. Kılıç Arslan babasını yanıltmayacaktı. Kısa zamanda babasının yarım bıraktığı işleri tamamlamak üzere teşebbüslere geçti... Büyük Selçuklu Sultanı, Sancar'ın vâris bırakmadan 1157'de vefat etmesi üzerine Anadolu Selçuklu Devleti tamamen müstakil oldu.
Kılıç Arslan sağlam bir Devlet mekanizması kurmaya muvaffak olduktan sonra fetih bayrağını eline aldı. 1157'de Ayıntab'ı fethederek Suriye sınırını güven altına aldı. Daha sonra Bizans üzerine döndü ve Miryekefalon'daki savaşla neticelenecek zorlu bir mücadeleye başladı. Kılıç Arslan'ın en büyük ideali, Peygamberi bir, kitapları bir, idealleri bir olan Müslüman Devletleri aynı bayrak altında toplamak, küffür karşısında tek bilek tek yürek olarak durmaktı... Kılıç Arslan böyle bir iman birliğinin önünde hiçbir engelin duramayacağına inanıyordu. Fakat bu ittihad'ın pek çok engelleri vardı. Bu engelleri kılıca iş kalmadan halletmek istiyordu. Bu ulvî idealini Kader-i İlâhi'nin de yardımıyla gerçekleştirmeye muvaffak olmuştur. Musul ve Suriye'nin hükümdarı Atabey Nûreddin Mahmud Zengi'nin 1174'te vefatıyla Kılıç Arslan'ın idealindeki "İslam Birliği"nin önündeki en büyük manilerden birisi kendiliğinden kalkmıştı. Çünkü Mahmud Zengi'nin tavrı yüzünden Güney Anadolu iki devlet için huzursuzluk bölgesi olmuştu.
II. Kılıç Arslan 1175'te nicedir Selçuklulara musallat olan Dânişmendli krallığını ortadan kaldırmıştı. Daha sonra Danişmendoğulları Selçuklu hizmetine girdi.
Kılıç Arslan meşakkatin semeresini almış ve Anadolu İslam birliğini tesis etmeye muvaffak olmuştu. Artık sıra, köhnemiş zihniyetin temsilcisi Bizanstaydı. Akıncılar Bizans topraklarında kasırga gibi esmeye başlamışlardı. II.Kılıç Arslan'ın fevkalâde siyaseti ve mahareti karşısında telaşa kapılan Bizans imparatoru Manuel Komnenos Selçukluları Anadolu'dan atmak için büyük bir ordu hazırladı ve Anadolu üzerine sefere çıktı. Zaten Kılıç Arslan epeydir böyle bir karşılaşmaya hazırlanmaktaydı. İki ordu 1176 yılında Eğiridir Gölü'nün az kuzeyinde karşı karşıya geldi. "Miryokefalon savaşı" diye tarihlere geçen bu savaşta II.Kılıç Arslan kumandasındaki Selçuklu ordusu Bizanslıları perişan etti ve bütün İslâm Âlemini sevince gark eden parlak zaferi kazandı. Bu zaferden sonra Bizans, Ehl-i Tevhid'i Anadoludan sökemeyeceğini kesin olarak anlamış oldu.
Kılıç Arslan (1189-1192) yılları arasında yapılan 3.Haçlı seferi âfetinden Anadolu'yu kurtarmak için de büyük mücadele verdi. Anadolu'ya girmek isteyen Haçlı ordusunu gerilla harpleriyle yıprattı ve Anadoluyu bu belâdan kurtardı.
Kılıç Arslan Diğer İslam Devletleriyle de anlaşmaya gayret etmiş ve bunda da muvaffak olmuştur. Muasırı Selahaddin Eyyubi ile anlaşması ve İslamın menfaatleri yönünde ittifaka gitmesi bu çalışmalardandır.
II.Kılıçarslan, askerî sahadaki zaferleri yanında, bütün Devlet sathında başlattığı kültür san'at, ilim hareketleriyle ve imar faaliyetleriyle de dikkat çekmiştir..
Devrinde, yüzlerce cami, medrese, han, kervansaray, imaret, çarşı, çeşme ile Anadoluyu bir baştan bir başa donatmıştır. Bilhassa Orta Anadolu şehirlerinde büyük bir imar hareketini gerçekleştirmiştir.
Sultan Kılıç Arslan, İslamiyyetin hakikatlerini nefsinde tatbik etmek ve etrafa tebliğ etmek için âzami gayret sarfetmiştir. O, İslamiyyetin verdiği mefkure sayesinde Anadolu'da yurt kurulduğunu ve kurulan İslâm Devletinin bekâsının da ancak bu yüce dine sımsıkı yapışmakla mümkün olduğunu anlamış ve bu idrak içerisinde hareketlerine yön vermiştir.
Sultan II. Kılıç Arslan, Adalet'i esas almıştır. Adalette din farkı gözetmemiştir. Bu davranışları yüzündendir ki, Hıristiyanlar bile o'nun zamanında kiliselerinde Sultan'ın şevketi ve başlarından eksik olmaması için dua ediyorlardı.
Kılıç Arslan'ın idaresi boyunca Anadolu'da görülmemiş bir huzur, asayiş ve refah dönemi gelmiştir. Dinin izzetini muhafaza için didinen Kılıç Arslan'a bu yüzden "İzzeddin Ebul-Feth" denilmiştir.
Bu şanlı padişah, 1192 yılında Konya yakınlarında vefat etmiştir. Yerine Sultan olan oğlu Keyhusrev tarafından Sultan Mes'ud camiinin yanındaki Künbed'e defnedilmiştir. | |
| | | Admin Psc0 AdMiNsTaTöR
Mesaj Sayısı : 487 Kayıt tarihi : 07/08/09 Yaş : 35 Nerden : Türkiye/Bursa
| Konu: Geri: Tarihimize Şan Verenler...!!! Paz Ağus. 09, 2009 1:22 am | |
| Sultan Alâeddin Keykubad
Anadolu Selçuklu Devletini dünyanın en zengin, en ihtişaml devleti haline getiren Sultan Alaeddin Keykubad, Anadolu'yu baştan başa imar etmesi ve ilim müesseseleri ile donatmasıyla tanınan ve ismi her zaman hayırla yâdedilen büyüklerimizdendir. Sultan Alaaddin Keykubad, Sultan I.Gıyaseddin Keyhusrev'in oğludur. Kardeşi Sultan İzzeddin Key-Kâvûs'un 1219'da vefatı üzerine 28 yaşında iken Selçuklu tahtına oturmuştur.
Alaaddin Keykubad tahta geçtikten sonra yaklaşan Moğol tehlikesine karşı tedbirler aldı. Başta Konya, Sivas ve Kayseri olmak üzere birçok şehirde kale ve surları tamir ve tahkim ettirdi. Kale ve suru olmayan yerlerde kale ve sur inşa ettirdi. Moğolların Bağdat'a hücum etme ihtimali üzerine, yardım isteyen Halifenin hizmetine ordu gönderdi. Moğol hücumu olmayınca bu beş bin kişilik ordu geri döndü. Sultan Alaaddin bir taraftan da fetih hareketlerine girişmişti. İlk olarak 1223'te Akdeniz'in mühim noktalarından Kalonoros'u fethetti. Bu güzel limana ismine izafeten Alâiye (Alanya) dendi. Burada büyük bir tersane kurdurarak deniz filosunu güçlendirdi. Çobanoğlu Hüsameddin Beyin kumandası altında Kırım'a denizden ordu şevketti. Bu ordu Ukrayna içerilerine kadar ilerledi. Çavlı Bey de Silifke'ye kadar olan Akdeniz kıyılarını fethetti. Batıda Bizanslıların yanı sıra, Doğuda Moğol Tehlikesinin başgöstermesi üzerine Eyyubîlerle dost olmanın faydasına inanan Sultan Alaaddin, Eyyubî Sultan'ı Âdil le anlaştı ve Adîl'in kızı ile evlendi.
Mengücekoğulları huzursuzluk çıkarmaya başlamışlardı. İleride Moğollarla yapacağı çarpışmalarda Erzincan ve havalisini ellerinde bulunduran Mengücekoğulları tarafından arkadan vurulacağını hesap eden Alaeddin Keykubad bu bölgeyi garantiye almayı düşündü ve 1225'te Erzincan'ı fethederek Mengücekoğullarını ortadan kaldırdı.
Alaaddin Keykubad, İslâm ülkelerini talan eden Moğollara karşı durmak için bütün müslümanların el ele vermesini istiyordu. Bu maksatla Harzemşah hükümdarı Celaleddin'e ittifak teklif etmiş ve her konuda yardıma hazır olduğunu söylemişti. Fakat iyi bir kumandan olmasına rağmen, siyasî görüşü kıt olan Celaleddin Harzemşah, bu ittifak teklifine, kendisinden beklenilmeyen bir harekete girişerek cevap vermişti. Celaleddin, Moğollar dururken İslam ülkesine girmiş ve âlimleriyle meşhur bir kültür merkezi durumunda olan Ahlat'ı kuşatmıştı. Bunu öğrenen Alaeddin Keykubad, Celaleddin'e yanlış yolda olduğunu, İslam mülküne tecavüz etmemesi gerektiğini, asıl Moğollarla meşgul olması lazım geldiğini anlatan bir mektup göndermiş ve Ahlatı muhasaradan vazgeçtiği takdirde, Moğollarla mücadelesinde kendisini destekleyeceğini de ilave etmişti. Bu güzel teklife kulağını tıkayan Celaleddin Harzemşah, Selçuklu Sultanı ile çarpışmaktan kaçınmayacağını söyledi. Neticede iki ordu 10 Ağustos 1230'da Erzincan yakınlarındaki Yassıçemen'de karşı karşıya geldi. Cereyan eden çetin muharebe neticesinde Celaleddin Harzemşah'ın ordusu mağlup oldu ve Harzemşah hükümdarı Selçuklu topraklarından uzaklaştı. Neticede siyaseti bilmeyişinin ceza'sını ağır bir şekilde ödedi ve Moğollar önünde mağlup oldu. Kendisi de Moğollar tarafından şehid edildi.
Yassıçemen muharebesini kazanan Alaaddin Keykubad Erzurum üzerine yürüdü ve amcası oğlu Cihanşah'ın idaresi altındaki şehri ele geçirerek şehri doğrudan doğruya Konya'ya bağladı.
Moğollara karşı ustaca bir siyaset takip ederek Anadolu üzerine gelmelerine mani oldu. Zaten Moğollar da şöhretini ve devletinin gücünü yakından bildikleri Alaeddin'in üzerine gitmeye cesaret edemiyorlardı. Onlar bu şanlı padişah'ın vefatını kollayacak ve ondan sonra Anadolu'ya dalacaklardı. Nitekim öyle yapmışlardır...
1234'te Eyyubiler gözünü Anadolu'ya dikmişti. Eyyubi imparatoru Sultan Kâmil, yanına 16 Eyyubi Melikini ve yüz bin kişilik ordusunu alarak Anadolu'ya girmişti. Bunun üzerine harekete geçen Alaeddin Keykubad Eyyûbî ordusunu karşıladı ve Eyyûbîleri üst üste bozguna uğratarak Anadolu'dan püskürttü.
Çetin mücadeleler sonunda Anadolu birliğini kurmaya muvaffak olan Alaeddin Keykubad, Suriye'yi fethetmek için hazırlıklara başladı. Bu hazırlık içerisinde iken 30 Mayıs 1237'de Kayseri'de zehirlendi ve 45 yaşında iken vefat etti. 17 yıl 5 ay tahtta kalan Selçuklu Devletinin bu büyük idarecisinin naaşı Konya'ya getirilerek kendisine nisbet edilen camiin yanındaki türbeye defnedildi.
Tarihlerin kaydettiği büyük idarecilerden birisi olan Alaeddin Keykubad, idareciliği esnasında devleti ihtişamın zirvesine çıkarmıştır. Takip ettiği dâhice bir ticaret ve iktisat siyaseti ile Anadolu Selçuklu Devletini dünyanın en zengin ve en müreffeh ülkesi haline getirmişti. Ülkeyi bir uçtan bir uca yollarla kervansaraylarla donatmıştı. Surlar, kaleler ile yeni şehir ve kasabaların inşası yanında, kervansaray, cami, medrese, hastahâne ve köprü yapımı gibi imar faaliyetinde bulunarak ülkeyi mâmur hale getirdi. Ordu ve donanmaya çok ehemmiyet verdi. Mükemmel bir ordu kurdu. Şeker, dokuma ve silah imalathaneleri kurdurdu.
Kendisi de âlim bir zat olan Sultan Alaeddin Keykubad ilme ve âlime son derece değer verirdi. Tanınmış âlimleri davet eder, onları mükemmel surette ağırlardı. Konya'ya gelen Bahâeddin Veled ve oğlu Celaleddin Rûmî'ye (Mevlânâ) büyük hürmet göstermişti.
Adalet işlerini yakından takip ederdi. Kapısı herkese açıktı. Her vakit ahaliyle görüşür, istek ve şikayetlerini dinlerdi. Haksızlığa uğrayanın işini bizzet takip eder, haksızlık düzeltilinceye kadar peşini bırakmazdı.
İslam ülkelerinin ve müslümanlarının meseleleriyle yakından ilgilenir ve İslamiyyet için bütün imkânlarını seferber ederdi. Bu hasletinden dolayıdır ki, Halife kendisini "Sultânu'1-Âzam" diye anarak, İslam hükümdarlarının en büyüğü olduğunu tasdik etmiştir.
17 yıllık saltanat devri, dünyanın gıpta ile baktığı, halkın maddî ve manevî huzur ve saadet içerisinde yaşadığı bir devir olmuştur. | |
| | | Admin Psc0 AdMiNsTaTöR
Mesaj Sayısı : 487 Kayıt tarihi : 07/08/09 Yaş : 35 Nerden : Türkiye/Bursa
| Konu: Geri: Tarihimize Şan Verenler...!!! Paz Ağus. 09, 2009 1:22 am | |
| Osman Gazi
Osman Gazi; imanını, azmini harc ederek inşa ettiği, 623 yıl payidar olan, büyük ve şerefli İslam devletini kurucusu büyüğümüz... O'nun, Rıza-i İlâhî uğruna gösterdiği ihlaslı gayretleridir ki, şanlı devleti altı asır üç kıtada payidar kılmıştır. Yine yaptığı Kur'an hizmeti ile aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen unutulmamış, gönüllerde yaşamıştır. Beşer için bundan büyük saadet düşünülebilir mi?.. Osman Gazi, Oğuzların Kayı boyu'nu üç asır süren göçebe hayattan devlet hayatına yükseltmiştir.
Bu cihan devletinin nasıl kurulduğunu ve nasıl bu kadar uzun müddet yaşayabildiğini daha iyi anlamak için Osman Gazi'nin hayatına yakından göz atmak gerekir. Fakat daha önce kısaca Kayı boyunun Söğüt'e gelişine kadar geçirdikleri devreye bakalım... Kayı oymağı ilk defa yaklaşık 1000 yılında diğer Oğuz boylarıyla birlikte hareket ederek Amuderya nehrini geçmiş ve Aral havzasına gelmişlerdir. Burada, Horasan'ın kuzey sınırına, Karakum Çölü'nün güneyine, Merv civarında Mâhân'a yerleştiler 1220 yıllarında Cengiz idaresindeki Moğol orduları yaklaşırken, bu Ye'cüc Me'cüc âfetinden sakınarak Merv'den hareket ederek, Ahlata gelmişlerdir. Alıştıkları Türkistan havasını ve sürüleri için kâfi otlağı bu bölgede bulamayınca Erzincan yakınlarına göç etmişlerdir. Kayı Boyunun Beyi Süleyman Şah, aradıkları huzurlu ortamı bir türlü bulamamanın elemiyle geri Horasan'a dönmeye karar verir. Geri dönmek üzere yaptıkları sefer esnasında Caber kalesi önlerinde Fırat nehrini geçerken boğularak şehit olur. Bu vak'adan sonra Süleyman Şah'ın dört oğlundan Sungur Tekin ve Gündoğdu geri vatanlarına dönerler. Diğer iki oğlu Dündar Beyle Ertuğrul Bey Pasin ovasıyla Sümerli-Çukur taraflarına gitmişlerdir. Ertuğrul Bey, bu bölgelerin de aradıktan ve ideallerindeki yer olmadığını görünce oğlu Savcı Bey'i, Selçuklu sultanı I. Alâeddin Keykubad'a göndererek kendilerine uygun bir yer gösterilmesini ister. Bunun üzerine Alaaddin Keykubat Kayı Boyu'na Ankara civarında Karacadağ'ı verir. Kayı Boyu; Moğollara ve Bizanslılara karşı mücadelelere girişir ve bu mücadelelerden her zaman muzaffer çıkar. Bu muvaffakiyetleri üzerine Kayı Boyu'na Bizans hududundaki Söğüt kışlak, Domaniç ise yaylak olmak üzere verilir.
Ertuğrul Gazi idaresindeki Kayı aşireti yeni yurtlarına yerleşir yerleşmez, etrafı talan eden Bizanslıların karşılarına dikilmiş ve onlarla cenge tutuşmuşlardır. Osman Gazi, işte Kayı aşiretinin gazadan gazaya atıldıkları ve İla-yi kelimetullah için savaşmanın şevkiyle coştukları yıllarda, 1258'de Söğütte dünyaya gelmiştir.
Osman Gazi çok küçük yaşından itibaren mükemmel bir dinî tahsil almaya ve harp san'atını öğrenmeğe başlamıştır.
Osman Gazi, 1281'de babası Ertuğrul Gazi'nin vefat ettiği anda, 23 yaşında; kumandanlıkta ve idarecilikte babasını aratmayacak derecede mahir bir idareci ve kumandandı... Bu yüzden diğer kardeşleri Savcı Bey'le Gündüz Beyin ve aşiretin bütün ileri gelenlerinin tasvibiyle Kayı boyunun başına geçmiştir.
Osman Gazi aldığı terbiye icabı, son derece mütevazi, imanlı, secaatli bir idarecidir. Bir yandan elinde kılıç düşmanları titretirken, diğer yandan Cenab-ı Hakka kullukta kusur etmemeye âzami dikkat sarfetmektedir. Şu hadise O'nun Hak dine bağlılığının müşahhas bir misalidir.
Osman Gazi ilerde kayınpederi olacak Şeyh Ede-Bâli'yi zaman zaman ziyaret edip çeşitli mevzularda ona danışırdı. Yine böyle bir ziyaret gününün gecesi uyumak için kendisine hazırlanan odaya girdiğinde, duvarda asılı duran Kur'an-ı Kerim'i görür. Kelâm-ı İlâhî'nin bulunduğu bir yerde uzanıp yatmaktan haya eder ve Kur'an-ı Kerim'i eline alarak sabah namazına kadar okur. Sabah namazını eda ettikten sonra başını yatağın kenarına koyduğu bir esnada uyku ile uyanıklık arasında şöyle bir nida işitir.
"Ey Osman! Madem ki sen benim kitabıma bu kadar hürmet edip, sabaha kadar okudun. Ben de seni ve senin evlâdını mübarek ve said eyledim. Dünyada ve ukbâda sen ve neslin mesud ve bahtiyar olacaksınız. Devlete nail olacaksınız. Kur'an'a ve O'nun hakikatlerine hürmet edip, onunla amel ettiğiniz müddetçe şanla, şerefle yaşayacaksınız"
Niçin uyumadığını soran Şeyh Ede-Bâli'ye akşamdan beri olanları ve en son gördüğü rüyayı anlatır. Çevrenin tanınmış, âlimi, mürşidi anlatılanları dinledikten sonra uzun uzun düşünür ve hiçbir yorum yapmaz...
Osman Gazi'nin ideâli kâinatı kuşatacak kadar geniştir. O Cenab-ı Hakkın yüce ismini bütün kâinata duyurmak, yaymak istemektedir. Bu uğurda canını seve seve vermeğe hazırdır... İdeâlinin genişliğini, henüz ilk beylik anlarından itibaren İstanbul'a göz koymasından anlıyoruz. Kendisine izafe edilen bir şiirinde şöyle demektedir.
Osman Ertağrul oğlusun,
Oğuzhan Karahan neslisin,
Hakkın bir kenter kulusun
İstanbul'u aç gülzâr yap!
Bu ideali İlham-ı Rabbani olarak kendisine rüya âleminde gösterilmiştir. Yine Şeyh Ede Bâli'nin misafiri olduğu bir günün akşamı şöyle bir rüya görür:
Rüyasında Şeyh Ede-Bali'nin yanında yatmaktadır. Bu esnada Şeyh Edebâli'nin koynundan bir ayın çıkarak yükselmeye başladığını görür. Ay bedir haline geldiği zaman gökten inerek kendisinin koynuna girer. Daha sonra göbeğinden bir çınar ağacı çıkarak süratle büyümeye başlar. Ağaç büyüdükçe yeşillenmektedir. Dallarının gölgesi bütün dünyayı örtmektedir. Ağacın yanıbaşında dört sıra halinde dağlar yükselmektedir. Bu dağlar, Kafkas, Atlas, Toros ve Balkan dağlandır. Ağacın köklerinden Dicle, Fırat, Nil ve Tuna nehirlerinin çıktığını görür. Dağlardan çıkan bu sular, gül ve çeşitli çiçeklerle bezenmiş bahçeler arasında dolaşarak akmaktadır. Bu geniş sulann üzerinde gemiler yüzmektedir. Bu sularla sulanan tarlalar mahsullerle dolup taşmaktadr. Dağların tepeleri sık ormanlarla örtülüdür. Vadilerde sayısız şehirler vardır. Bu şehirlerde çok güzel binalar vardır. Bu binaların hepsinin altın kubbelerinde birer ay yükselmektedir. Sayısız minarelerinden bülbül sesli müezzinler Ezan okumaktadır. Ağacın üzerinde bulunan bülbüller ve türlü çeşitli kuşlar okunan bu Ezan-I Muhammediye kendi hal dilleriyle iştirak etmektedirler. Ağacın yaprakları gittikçe uzamaktadır. Tam bu hengâmede aniden bir rüzgar çıkar ve ağacın yapraklarını İstanbul'a doğru çevirir. Şehir, iki denizin ve iki kıtanın birleştiği yerde, iki zümrüt ile firuze arasına oturtulmuş bir elmas gibi parlamaktadır. Böylece bütün dünyayı kuşatan geniş bir ülkenin çerçevelediği yüzüğün kıymetli taşını teşkil etmektedir. Osman gazi tam bu yüzüğü parmağına takarken uyanıvermiştir.
Gördüğü bu rüyayı Şeyh Ede-Bâli'ye anlatınca, şeyh tebessüm ederek O'na şöyle demiştir. "Osman, padişahlık sana ve senin nesline mübarek olsun. Kızım Bâlâ Hâtûn da senin helâlin olsun." Böylece, Osman Gazi, daha önce tâliblisi olduğu Bâlâ hatunla izdivaç etmiştir. Bu izdivaçtan Alaaddin Bey dünyaya gelmiştir. Oğlu Orhan Gazi'nin annesi ise Türkmen Beylerinden Ömer Bey'in kerimesi Mal Hatun'dur...
Osman Gazi; müslüman köylerine dadanan, masum halkı katlederek, mâmur yerleri yakıp yıkan Bizans tekfurlarına karşı cihad bayrağını açar ve durup dinlenmeden gaza eder. Maiyyetindeki bir avuç serdengeçtiyle fetihten fetihe koşmaktadır. Osman Gazi'nin şanlı fetih ve zaferlerine kısaca göz gezdirelim. 1285'te Kulaca Hisar, 1288 Karacahisar fethedilmiştir.
Bu zaferler üzerine Selçuklu Sultanı II.Sultan Mes'ud Osman Gazi'ye 1288'de Eskişehir'i de vermiştir. Bir yıl sonra da bağımsızlık alâmeti olarak; Tuğ, alem, tabıl, altın kılıç ve beyaz renkte bir sancakla birlikte bir de ferman göndererek, Kayı aşiretinin bağımsızlığını resmen ilan etmiştir.
Kayı aşiretinin hudutları gittikçe büyümektedir. Osman Gazi Cihangir ruhlu askerlerle yılmadan sınır boylarında dolaşmaktadır. 1292'de Sakarya'nın kuzeyine akın edilmiştir. 1298'de Bilecek ve Yarhisar kaleleri fethedilmiştir.
Bu fetihleri müteakip, Selçuklu devletinin de artık alem verici mukadder sonunu gören Osman Gazi 27 Ocak 1299'da, Osmanlı Devletinin kurulduğunu dosta ve düşmana ilan etmiştir. Akabinde devlet müesseselerini süratle kurmuş ve ehil kişileri mühim mevkilere getirmiştir...
Devletin kuruluşundan sonra fetih hareketleri devam etmiştir. 1301'de Yondhisan ve Yenişehir kaleleri fethedilmiş yine aynı yıl 27 Temmuz'da Bizans ordusuna karşı yapılan Koyunhisan muharebesinde parlak bir zafer kazanılmıştır. Yine o yıl Köprühisar fethedilmiştir. 1306 yılında da Bursa Tekfurunun idaresindeki müttefik Bizans ordusuna karşı yapılan meydan muharebesinde tarihlere "Dinboz zaferi" diye geçen, neticesi itibariyle oldukça mühim zafer kazanılmıştır. Bu parlak zaferlerden sonra Osman Gazi, hayalindeki fethi gerçekleştirmek için harekete geçmiş ve yeşillikler içerisinde cennet belde Bursa'nın fethi için 1314'te ilk hamle olarak şehri kuşatma altına almıştır.
Bu kahraman padişah 1326'da bir rivayete göre Bursa'nın fethi haberini aldıktan sonra, diğer bir rivayete göre de fetihten önce beka âlemine göçmüştür. Osman Gazi Söğut'te vefat etmiştir. Daha sonra vasiyeti gereği 6 Nisan 1326'daki fethi müteakip Bursa'ya getirilerek buradaki türbesine defnedilmiş-tir.
Osman Gazi, vefatından önce, 1320 yılında oğlu Orhan Gazi'yi yerine vekil tayin ederek, kendisinden sonra kimin padişah olmasını istediğini belli etmiştir. Oğlu Orhan Gazi'ye vefatından önce yaptığı nasihat ve vasiyet asırlar boyu idarecilerin kulağına küpe olmuştur. Oğluna; milletin istikbaline ışık tutan ilim adamlarına, millete pak ahlak yolunu gösteren salih kişilere ve millet için can vermiş olan şehitlerin evlatlarına hürmet ve itibar etmesini vasiyet eden Osman Gazi, devamla şöyle demiştir:
"Daima gaza ve cenge devam ediniz. Cihadın kemâline varıp, Sancağ-ı Şerifi daima yüksekte tutunuz. Hanedanımdan ve torunlarımdan her kim ki, doğru yoldan ve adaletten geri kalır, O, rûz-i mahşerde, Peygamber Efendimizin şefaatinden mahrum kalsın!
Oğlum; dünyaya gelen hiç bir padişah yoktur ki, ölüme itaat etmesin. Şimdi Hâkim-i Mutlakın hüküm ve iradesiyle ölüm yaklaştı. Bu mânevi yolculukta, artık, dünya nimetlerinden ümidi kesmek gerektir. Ey bahtiyar oğlum, bu devleti, bu emaneti sana bırakıyorum. Seni Hüdâya emanet ediyorum. Bütün işlerinde kanunları üstün tut. Askerleri ve halkı kendi akraban gibi sev, haklarını tamamen ve noksansız ver!"
Oğlu Orhan Gazi ve nesli bu vasiyyetini harfiyyen yerine getirmekte kusur etmiyeceklerdir. Bu yüzdendir ki, Osmanlı devletinin hudutları 3,5 asırda "bin" kat büyüyüp genişleyecektir...
Osman Gazi vefat ettiğinde geriye, dünya malı olarak zarurî eşyalarından başka birşey bırakmamıştı. İşte terekesi: Denizli bezinden içi âlemli yapılmış sarık bezi, bir at zırhı, bir tuzluk, bir kaşıklık, bir çift çizme, Alaşehir dokuması sancaklar, bir kılıç, bir tirkeş, bir mızrak, birkaç at ve üç sürü koyun...
Osman Gazi padişah iken devlet hazinesinden maaş almamıştır. Koyunlarının gelirleri ile geçimini temin etmiştir. Zaten elinde olanı fakirlere, muhtaçlara dağıtırdı. Bundan büyük lezzet alırdı. Gelecek nesillere dünyaya bedel bir devlet bırakmıştı. O'nun kurduğu devlet, üç kıtaya hükmedecek ve dünyaya, ilim, irfan, adalet, iman nurunu yayacaktı... | |
| | | Admin Psc0 AdMiNsTaTöR
Mesaj Sayısı : 487 Kayıt tarihi : 07/08/09 Yaş : 35 Nerden : Türkiye/Bursa
| Konu: Geri: Tarihimize Şan Verenler...!!! Paz Ağus. 09, 2009 1:22 am | |
| Sultan Orhan Gazi
Osmanlı Devleti gibi üç kıtaya hükmedecek muhteşem bir imparatorluğun temelini atan Osman Gazi, beka âlemine gitme vaktinin geldiğini anlayınca, Gazi oğlu Orhan'ı çağırmış ve ona şöyle vasiyet etmişti:
"Oğlum, İstanbul'u aç, gülzar eyle. Öldükten sonra beni Bursa'da Gümüşlü Kümbete defneyle. Oğlum, milletin istikbalini nurlandıran ilim adamlarına, millete pak ahlak yolunu gösteren salih zatlara din için can vermiş olan şehitlerin evlatlarına hürmet ve itibardan asla ayrılma. Bunları her zaman gör ve gözet.
"Allah'ı tanımayan kimselere, devlet umurunda vazife verme. Verirsen, yüzün kara olarak âhirete gelesin. Zira bu tip insanlar Allah'ın gazabına müstahak olduklarından, işlerinde hayır ve muvaffakiyet olmaz. Bunlar halka hüsn-ü muamele etmezler ve rüşvet almaya meyilli olurlar. Memleket ve millet bunlardan zarar görür. Bilmediğini, bilenden sor. Sana sadık olanları hoş tut. Askerlerine bol ihsanda bulun, zira ihsan, insanın tuzağıdır."
Osman Gazi vefat edince, oğulları, Orhan ve Alâeddin, saltanatı birbirlerine layık görmüşlerdi. Orhan Gazi Ağabeyi Alaeddin'in padişah olmasını istiyordu. Alaaddin Paşa ise;
"Kardeşim! Babamızın duası ve himmeti seninledir. Onun içindir ki, kendi zamanında askeri senin yanına vermişti. Şimdi çobanlık dahi senindir." diyerek kardeşi Orhan Gazi'nin Devletin başına geçmesini istiyordu. Neticede ümerânın da ısrarı üzerine Orhan Gazi Devlet idaresini üstlendi.
Âlim ve fâzıl bir insan olan Alaeddin Paşa kardeşinin ısrarı üzerine vezir oldu. Ancak şahit olduğu şu hadiseden sonra vezirlikten de vazgeçti.
Vezirliği esnasında, Ahmet isimli bir köylü, Mehmet Ağa'ya tarlasını satmıştı. Mehmet Ağa tarlada çift sürerken, bir küp altın buldu. "Ben Ahmet Ağadan altınların bedelini vererek değil, toprağın bedelini vererek satın aldım. Ahmet Ağa altınlarını buraya gömmüş ve unutmuş. Altınlar benim için haramdır. Götürüp sahibine vermeliyim." deyip küp dolusu altını götürüp Ahmet Ağaya vermek istemişse de, Ahmet ağa bir türlü altınları almamış ve şöyle demişti: "Hayır bu altınlar benim değildir. Tarlada bulduğun bu altınlar da senin hakkındır."
Neticede mesele kadıya intikal etmiş ve durumdan Alaaddin Paşa da haberdar olmuştu. Altınlar hazineye alınmış, bu duruma şahit olan Alaeddin Paşa, "Ben bu kadar ahlak ve fazilet sahibi adamlara vezirlik edemem, onların fazileti benimkinden üstündür." diyerek vezirlikten ayrılmıştı.
Orhan Gazi, mayası işte bu hadisede görüldüğü gibi ahlak ve faziletle yoğrulan bir devleti Gazi babasından devralmıştı. 38 senelik saltanatı boyunca fetihten fetihe koşmuş, devletin hudutlarını muazzam bir şekilde genişletmişti.
Hayatı zafer destanlarıyla dolu olan Orhan Gazi 1282'de doğdu. Annesi, Ömer Beyin kızı Mal Hatun'dur.
Küçük yaşından itibaren ata binmeyi, kılıç kullanmayı ve bütün harp sanatlarını öğrendi. Mükemmel bir dinî tahsil gördü. Henüz çocukluk çağında babasıyla birlikte gazalara katıldı. Bilecik ve Yar-Hisar kalelerinin fethinde büyük kahramanlıklar gösterdi. Yarhisar Tekfurunun kızı Nilüfer Hatun'la evlendi. Osman Gazi 1301'de Karaca-Hisar ve çevresinin idaresini oğlu Orhan Gazi'ye verdi.
Orhan Gazi, Civan kasıp kavuran Çavdaroğlu'nu 1316'da yendi ve bu eşkıyayı askerleriyle birlikte esir aldı.
Osman Gazi, bahadır oğlunun zafer üstüne zafer kazanması üzerine, Bizanslılara karşı girişilen fetih hareketlerinin kumandasını Orhan Gazi'ye verdi. Yanına yardımcı olarak, Akça-Koca, Gazi Abdurrahman, Konur-Alp ve Köse Mihal gibi namlı gazileri verdi.
Orhan Gazi maiyyetindeki bu kumandanlarla birlikte 1317-1318 yıllarında; Kara-Cüyûş, Ak-yazı, Tuz Pazarı, Kapucuk Hisarı, Sapanca gölü kenarındaki Kereste kalesi, Ebe-suyu Kiliki Hisan gibi yerleri fethetti. 1321'de Mudanya üzerine yürüyerek bu mühim yeri fethetti. Babasının vefatından sonra devlet idaresini omuzlayan Orhan Gazi, 1326'da Bursa'yı fethederek, babasının nâşını buraya getirtti ve "Gümüşlü Kümbet" e defnettirdi.
Bursa'yı payitaht yapan Orhan Gazi Anadolu içlerinde ve Batıda yıldırım süratiyle fetih hareketlerine girişmiştir. Orhan Gazi Bursa'yı fethederken, Akça-Koca Kandıra'yı, Abdurrahman Gazi Aydos ve Samandıra'yı, Kara-Mürsel ise İzmit Körfezinin kuzey taraflarını fethetmiş, Osmanlı hududunu Karadeniz ve İstanbul boğazına doğru genişletmişlerdi.
Bursa'nın Osmanlılar tarafından fethedilmesi üzerine telaşa kapılan Bizans İmparatoru II.Andronikos büyük bir ordu toplayarak yola çıktı. Orhan Gazi Bizans ordusuna karşı çıktı ve iki ordu Darıca ile Eskihisar arasında karşı karşıya geldi. 1329'da cereyan eden bu muharebeden Osmanlı ordusu muzaffer çıktı ve perişan olan Bizans ordusu İstanbul'a kaçtı.
Orhan Gazi zaferi müteakip İznik üzerine yürüdü ve bu muhkem kaleyi 1329 Mayısında fethetti. Şehre girer girmez büyük bir kiliseyi camie dönüştürdü ve şehirde imar hareketlerini başlattı.
İznik'ten sonra, sırasıyla; 1334'te Gemlik, 1335'te Armutlu, 1337'de İzmit, 1342'de Kirmastı, Karacabey, Mihaliç, 1345'te Kapıdağı yarımadası, Manyas Gölü Bölgesi ve Balıkesir, 1352'de Marmara Adaları, 1353'te Çimpe Kalesi fethedilmiştir.
Bütün bu fetihler neticesinde Osmanlı Devleti, Marmara ile Ege ve Karadeniz arasında dünyanın en stratejik bölgesine sıkıca yerleşmiştir.
Orhan Gazi Balıkesir'i alarak Karasi Beyliğini ortadan kaldırmış ve bu beyliğin topraklarını osmanlı Devletine katmıştı. Bu beyliğe tâbi ümerâdan; Hacı İl-Beyi, Evrenos Bey, Ece Halil ve Gazi Fâzıl gibi büyük ve tecrübeli kumandanlar Osmanlı hizmetine geçmiş ve Rumelinin fethinde mühim rol oynamışlardır.
Oğlu Şehzade Süleyman'ı Rumeli fütuhatına memur eden Orhan Gazi, şehzadenin emrine donanma ve seçme askerler vererek yolcu etmişti.
Şehzade Süleyman 1353'ten itibaren Rümelinde fetihlere başladı. 1354'te Gelibolu'yu fethetti. Bolayır ve Tekirdağ'ına kadar olan bütün Marmara kıyılarını ele geçirdi.
Babasının talimatı üzerine 1354'te Anadoluya gelen Şehzade Süleyman, Eretna Devletinin elinde bulunan Ankara'yı fethetti. Daha sonra tekrar Kümeline dönerek fetih harekâtını devam ettirdi. 1356'da Çorlu'yu fethetti. Fethedilen bu topraklara Anadoludan göçebe Türkmenleri getirterek yerleştirdi.
Şehzade Süleyman'ın 1359'da attan düşerek vefat etmesi üzerine Rumelindeki fetih hareketlerinin idaresini kardeşi I.Murad devraldı.
Devlet idaresini eline aldıktan sonra zaferden zafere koşan Sultan Orhan Gazi 1362 Mart'ında Hakkın rahmetine kavuştu. Bursa'daki türbesine defnedildi.
Orhan Gazi kuvvetli bir devlet teşkilatı kurmuştur. Yeniçeri ocağı onun zamanında kurulmuş, büyük bir ordu halini almıştı. Ayrıca, İzmit, Mudanya ve Gemlik'te tersaneler inşa ettirerek güçlü bir donanma meydana getirmişti.
Devleti Adalet üzerine tesis eden Orhan Gazi, halkın zulme uğramaması için büyük gayret göstermiş, bilhassa vergi hususunda, omuzuna kaldıramayacakları halkın verginin yüklenmesinden şiddetle kaçınmıştır.
Her tarafta imâretier yaptırmış, ilki 1335'te Bursa'da olmak üzere muhtelif yerlere medreseler kurdurmuştur.
Yaptırdığı imaretlerde fakirlere, yolculara yemek dağıtılmıştır. Hatta bazan bu yemekleri, bizzat kendisi dağıtmış akşamları da imaretin mumlarını, kandillerini kendisi yakarak hizmet etmiştir. | |
| | | Admin Psc0 AdMiNsTaTöR
Mesaj Sayısı : 487 Kayıt tarihi : 07/08/09 Yaş : 35 Nerden : Türkiye/Bursa
| Konu: Geri: Tarihimize Şan Verenler...!!! Paz Ağus. 09, 2009 1:22 am | |
| Sehzade Süleyman
Mevlid şairi Süleyman Çelebi'nin dedesi ve Orhan Gazi'nin kayınbiraderi Şeyh Mahmud'un: "Keramet gösterip halka suya seccade salmışsın Yakasın Rumeli'nin dest-i takva île almışsın."
dediği, Orhan Gazi'nin büyük oğlu Süleyman Şah, Rumeli fâtihi olarak tarihlere geçmiştir.
1316'da doğan bu şehzade'nin ömrü; 1359'da bir av esnasında attan düşerek vefatına kadar, gaza meydanlarında, fetihten fetihe koşmakla geçmiştir....
1331'de babası Orhan Gazi'ye vezir olan Şehzade Süleyman, idarî işlerden ziyade askerî işlerle vazifelendirilmiştir. Zaten fıtrat icabı cihangir ruhlu olan Şehzade Süleyman, maiyyetindeki kahramanlarla zaferden zafere at koşturmuş ve filiz halindeki devletin sınırlarını ikinci bir kıtaya, Avrupa'ya taşırmıştır...
Osman Gazi'nin temelini attığı devletin sınırları gittikçe genişlemekteydi. Ve fetihlerin hedefi Anadolu'daki Bizans topraklarıydı... İznik ve İzmit'in fethinden sonra Osmanlı Süvarileri, İstanbul Boğazı'nın Asya taraflarında at koşturmaya başlamışlardı. Devletin bekası ve ihtişamının ziyadesi için mutlaka Rumeli tarafları ele geçirilmeliydi... Bizanslılar arasındaki taht kavgası Rumeli fethine imkan hazırladı...
Kızı Teodora'yı Orhan Gazi'ye veren Bizans kralı VI.Yoannis Kantakuzinos'la V.Yoannis Paleoloğos arasındaki kavgada, Kontakuzinos'un yardım istemesi üzerine orhan Gazi, Süleyman Paşa kumandasında asker göndererek kayınpederinin imdadına koşmuştu.
Süleyman Paşa 1349'da yirmi bin kişilik bir kuvvetle Bizanslıların düşmanı Sırpların eline düşmek üzere olan Selanik'in imdadına yetişti ve Sırpları perişan ederek Selanik'i kurtardı.
Yine Şehzade Süleyman, Rumeli topraklarında at koşturmaya devam ederek, 1352'de Dimetoka meydan muharebesinde Sırp ve Bulgar ordusunu perişan etmiştir.
Rumeli topraklarındaki bu akınlarla, fethe zemin hazırlanıyordu. Zaten bu topraklarda yaşayan yerli ahâli Osmanlı idaresini hasretle bekler olmuşlardı. Çünkü Onlar, yıllardan beri köhne Bizans idaresinin zulmü altında inlemekteydi. Halk idareden memnun değildi. Saltanat çekişmeleri yanı sıra Katolik ülkelerinin saldırılarında da bıkmışlardı.
Şehzade Süleyman, maiyyetindeki mahir kumandanlar; Kardeşi Murad Bey, Hacı İlbeyi, Lala Şahin Paşa, Evranos Gazi, Gazi Fazıl Bey ve Ece Yakup Beylerle her seferden zaferle dönmekteydi. Rumeli'deki ahâli bu seferler esnasında Osmanlıları yakından tanımak imkanını bulmuştu.
Süleyman Paşa, 1354 başlarında Rumeli'yi tamamen bir İslam Beldesi yapmaya karar vermişti. Hazırlıkları tamamladıktan sonra, 1354 Şubat'ında Edincik'te bulunan donanmayla hareket etti ve üç bin kişilik bir kuvvetle Gelibolu'nun kuzeyinde bulunan Kozludere'ye çıkü. Daha sonra, bir yıl önce Çimpe hisarına yerleşmiş bulunan askerleriyle birlikte Gelibolu üzerine yürüdü ve 2 Mart 1354'te Gelibolu kalesini fethetti.
Gelibolu kalesinin fethini diğer fetihler takip etmiştir. Öyle ki 1356'da Gelibolu yarımadası'nın tamamı fethedilmiştir. Daha sonra marşlarda; destanlara izafeten Rumeli'nin fethi şu şekilde işlenmiştir:
"Şehzade Sultan Süleyman hem vezir, hem şahımız; Geçtiler Rumeli'ye sal ile arttı şanımız."
Birkaç yıl içerisinde Gelibolu yarımadasında ve Trakya'da büyük topraklar, Osmanlı Devleti Sınırlarına dahil edilmiştir. Şehzade Süleyman, Gelibolu'nun yanısıra; Bolayır, Ece-Ova, Konur-Hisar, Tekirdağ, İpsala, Malkara, Hayrebolu ve Keşan'ı da fethetmiştir.
Şehzade Süleyman fethedilen toprakların ebediyyen birer İslam beldesi olması için gerekli tedbirleri derhal almış ve Anadolu'dan getirttiği Müslüman ahaliyi fethettikleri yerlere yerleştirmiştir...
Rumeli'nin fethedilişiyle Osmanlı Tarihinde yeni bir devre başlamıştır. Artık İslam askerleri, Asya'nın yanısıra Avrupa kıtasında da at koşturmaya başlamıştır.
Rumeli'nin fethi yalnız Osmanlı tarihinde değil, Bizans tarihinde de bir dönüm noktasıdır. Etrafı Osmanlılarla çevrilmiş Bizans, günbegün çöküşünü seyretmekten başka birşey yapamaz hale gelmiştir.
Şanlı devlete Rumeli topraklarını armağan eden Şehzade Süleyman, 1359'da 43 yaşında iken vefat etmiş ve fethettiği Bolayır'a defnedilmiştir...
Fethedilen toprakların manevî bekçilerinden birisi olarak asırlar boyu türbesi ziyaret edilegelmiştir. İsmi, tarihlerde ve marşlarda devamlı anılmıştır.
Rumeli fethine atfen:
"Dört yüz arslandan bu vatan kaldı bize yadigâr
Terk edersek lanet etmez mi bize Perverdigâr"
marşı günümüze dek söylenegelmiştir. | |
| | | Admin Psc0 AdMiNsTaTöR
Mesaj Sayısı : 487 Kayıt tarihi : 07/08/09 Yaş : 35 Nerden : Türkiye/Bursa
| Konu: Geri: Tarihimize Şan Verenler...!!! Paz Ağus. 09, 2009 1:22 am | |
| Sultan Murad Hüdâvendigar
Orhan Gazi zaferlerle dolu ömrünü ikmal edip beka âlemine göçünce, fetih sancağını oğlu Murad Hüdâvendigâr devir almıştı. Sultan Murad, atasından devraldığı mirasa layık olduğunu göstermiş, Anadolu ve Balkanlardaki fetihleriyle Osmanlı Devletini muhteşem bir imparatorluk haline getirmiştir. 27 yıllık saltanatı müddetince 37 muharebeye iştirak etmiş ve maharetle idare ettiği bu muharebelerin hepsini kazanmıştır. Balkanlar fâtihi olarak tarihe geçen Sultan Murad Hüdâvendigâr 1326'da doğmuştur. Annesi Nilüfer Hatun'dur.
Mükemmel bir tahsil gören Şehzade Murad, küçük yaşından itibaren babası Orhan Gazi ile birlikte savaşlara katılmıştır. Kardeşi Şehzade Süleyman'la birlikte Rumeli fütuhatında bulunmuş, kardeşinin vefatı üzerine fetih harekâtını kendisi idare ederek büyük başarılar kazanmıştır.
Orhan Gazi'nin 1362'de vefatı üzerine, Devlet ricali tarafından Bursa'ya davet edilmiş ve hükümdar ilan olunmuştur.
Bursa'ya giden Murad Gazi'nin Rümelinden ayrılmasını fırsat bilen Bizans kuvvetleri Burgaz, Çorlu ve Malkara'yı ele geçirmiş, Ahiler de ayaklanarak Ankara'yı geri almışlardı.
Murad Hüdâvendigâr ilk olarak Devlet idaresini düzene koydu. Ankara'yı tekrar ele geçirdi. İsyan eden kardeşleri Şehzade Halil ile İbrahim'i bertaraf etti.
Anadoluda hakimiyyeti tesis ettikten sora yeniden Rumeline geçerek fetih harekâtına başladı. Bizanslıların eline geçmiş olan yerleri geri aldı. Çorlu ve Lüleburgaz'ı 1363'te zaptederek buraya Anadolu'dan göçmenler getirterek yerleştirdi. Bu suretle ele geçirdiği her yerde sağlam temeller atıyor ve oraya kök salıyordu.
Bu esnada Evranos; Malkara, Keşan ve İpsala'yı, Hacı İlbeyi ise Dedeağacı ve Dimetoka'yı fethetmişti. Daha sonra Edirne'nin fethi kararlaştırıldı. Babaeski ile Pınar Hisar arasındaki Sazlıdere'de Rum ve Bulgar askerlerinden oluşan düşman ordusu perişan edildikten sonra Edirne fazla karşı koyamadı ve teslim oldu.
Edirne'nin fethinden sonra fetih hareketleri süratle devam etti. Beylerbeyi Lala Şahin Paşa Filibeyi; Batı Trakya taraflarının fethine memur edilen Evrenos Bey de 1364'te Gümülcine'yi fethetti.
Osmanlı Devletinin Balkanlardaki muazzam fetihlerinden telaşa kapılan haçlı dünyası bir ordu teşkil ederek, Edirne'ye doğru yola çıktı. Yüzbin kişilik bu haçlı ordusunu Sırp-Sındığı mevkiinde yakalayan Hacı-İlbeyi on bin kişilik kuvvetiyle üç koldan baskın yaptı ve haçlı ordusunu tamamen imha etti.
1367'de Kara Timurtaş Bey Bulgarlara ait, Kızılağaç ve Yanbolu'yu, Lala Şahin Paşa, Samakov'u, Sultan Murad da, Bulgarların elindeki, Aydos, Karnâbâd, Sözebolu kasabaları ile Bizanslılara ait Hayrebolu şehrini fethetti.
1371'de Çirmen zaferi kazanıldı. Böylce Mekadonya yolları da açılmış oldu. Makedonya ve Trakya'nın bir kısmı fethedildi. Vezir Hayreddin Paşa Kavala, Drama, Zihne ve Serez'i fethetti.
1372'ye doğru Trakya fütuhatı tamamlanmıştı. Bulgaristan krallığı da Osmanlı Devletine bağlanmak mecburiyyetinde kalmıştı. Bu suretle, on yılda Gelibolu'dan Sırbistan'a gelinmiş ve Adriyatik'e kadar nüfuz ve tesir sahası oluşturulmuştur.
1376'da Bursa'ya giden Sultan Murad, Anadolu Beylikleriyle temaslarda bulunarak devletin nüfuzunu arttırmak için teşebbüslerde bulunmuştur. Bu maksatla oğlu Yıldırım Bayezid'e Germiyanoğlu Süleyman Şah'ın kızını aldı. Germiyanoğlu kızına çeyiz olarak Kütahya ve mülkiyatını, Simav, Eğrigöz ve Tavşanlı ile mülkiyatım verdi. Bu suretle Osmanlı Devleü Anadolu içlerinde yeni topraklar kazandı.
Sultan Murad Anadoludaki temaslarını tamamladıktan sonra tekrar Balkanlara yöneldi. Mükemmel hazırlanmış plan gereğince kararlaştırılan yerler birer birer fethedildi.
1380'de İştip, 1382'de Sofya, 1385'te Manastır ve Ohri fethedildi.
Vezir-i Azam Çandarlı Halil Hayreddin Paşa 1385/1386'da Arnavutluk üzerine sefere çıktı. II.Balşa'mn kumandasındaki Arnavutluk ordusunu yenilgiye uğrattı. 1386'da, Akçahisar, İşkodra başta olmak üzere bütün Kuzey Arnavutluk fethedildi. Sultan Murad merkezden uzak yerde ordunun Venediklilerle harbe girmesini istemediğinden İşkodra Venediklilere geri verildi.
Sultan Murad 1388'de Bulgaristan üzerine sefere çıktı ve Bulgaristan'ın büyük kısmını fethetti.
Bütün bu fetihler neticesinde bütün Balkanlar Osmanlı nüfuzuna girmişti. Sultan Murad Batıda fetihlerle meşgulken fırsatı ganimet bilen Karamanoğlu Alâeddin Bey, Osmanlı Devleti aleyhine faaliyetlere başlamıştı. Bunun üzerine Sultan Murad Anadoluya döndü ve süratle Karamanoğlu üzerine yürüdü. 1386'da Konya yakınlarında Karaman kuvvetlerini perişan etti. Bunun üzerine Karaman Beyi, zevcesi Sultan Murad'ın kızı Melek Hatun'u ricacı göndererek affını istedi ve Sultan Murad'm elini öperek özür diledi. Böylece Anadoludaki huzursuzluk da bertaraf edilmiş oldu.
Avrupa'daki Osmanlı fütuhatından dehşete kapılan haçlı dünyası bir araya gelmeye karar vermiş ve bu maksatla bir haçlı ordusu teşkil etmişlerdi. Macaristan, Lehistan, Sırbistan, Bosna Krallığı, Eflak, Boğdan, Hırvatistan, Bohemya ve Bulgaristan Krallığından müteşekkil bu büyük ordu ilerlerken, Sultan Murad da beylere ve kumandanlarına haber salarak ordusunu topladı. İki ordu Kosova'da karşı karşıya geldi.
Sultan Murad, savaştan bir gün önce yatsı namazını kıldıktan sonra Dergâh-ı İlâhiye el açarak şöyle dua etti:
"Ya Rabbi! Sen ol padişahlar padişahısın ki yeryüzündeki insanların sığınağısın ve bütün kulların ümit kapışısın. İslâm sancağını düşman elinde parçalatma ve bu zayıf, kuvvetsiz kulunu cihan içinde adı kötüye çıkmış bir insan etme..." Şanlı padişah'ın dudaklarından daha sonra şu mısra'lar dökülmüştür:
"Âb-i rûyi Habib-i Ekrem için,
Kerbelâ'da revan olan dem için,
Ehl-i İslama ol muin-u zahir,
Dest-i a'dâyi bizden eyle kasîr.
Bakma ya Rab, bizim günahımıza,
Nazar et can-u dilden âhımıza.
Mülk-i İslâmı payimal etme,
Menzil-i fırka-i dalâl etme.
Din yolunda beni şehîd eyle,
Âhirette beni saîd eyle..
Keremin çoktur ehl-i İslama
Dilerim kim irişe itmama..."
Bu muharebe neticesinde Balkanların hâkimiyeti ya Osmanlılarda kalacak veya Haçlıların eline geçecekti. Mağlubiyet halinde Osmanlı Devletinin Anadoludaki durumu da tehlikeye düşecekti.
20 Haziran 1389'de Kosova ovasında başlayan muharebe 8 saat bütün şiddetiyle devam etti.
Osmanlı ordusu bütün kanatlarda Haçlı ordusunu darmadağın etmiş, çembere aldığı düşman ordusunu imha harekâtına başlamıştı. Bu savaş hengâmesinde Sultan Murad'a yaklaşan Miloş isimli bir Sırplı aniden kolundan çıkardığı hançeri Sultan Murad'ın kalbine saplamıştı.
Sultan Murad, Allah'ın rızasını kazanmak için kendini kurban adamış ve bir gün önceki duasında da bunu taleb etmişti. Muharebenin zaferle neticelendiğini görmüş, fakat kendisi şehid düşmüştü.
Sultan Murad'ın şehid olması üzerine Yıldırım Beyazıd çağrılarak padişah ilan edildi.
Şehit padişahın cenazesinin çürümeden Bursa'ya getirilebilmesi için iç organlarının çıkarılması gerekiyordu.
20 Haziran 1389'da şehadet şerbetini içen Gazi Hünkârın iç organları Kosova Sahrasına gömüldü. Bugün de "Meşhed-i Hüdâvendigâr" diye bilinen bu mekan ziyaretçilerle dolup taşmaktadır.
Padişahın cenazesi Bursa'ya nakledilerek Çekirge'deki türbesine defnedildi.
Sultan Hüdâvendigârın şehâdeti bütün İslâm âleminde üzüntüyle karşılandı. Çünkü şehid padişah, ömrü boyunca İslâmiyeti fethettiği beldelerde hâkim kılmak için çalışmıştı. İslâm âleminin meseleleriyle yakından ilgilenmiş ve onlarla sıkı dostluk kurmuştu.
Saltanatı müddetince zaferden zafere koşan Sultan Murad devletin hudutlarını Anadolu'da ve Rumeli'de çok genişletmiş ve babasından bir beylik halinde aldığı ülkeyi imparatorluk halinde oğullarına bırakmıştır.
Adliye, maliye ve orduya ehemmiyet vererek, devrin en mükemmel teşkilatını kurmuştur.
Sultan Murad azim ve irade sahibi, vakur, cesur, müşfik, açık sözlü mizacıyla herkes tarafından sevilirdi. En tehlikeli anlarda bile, soğukkanlılığını muhafaza ederek, ne suretle hareket edilmesi icap ettiğini bilirdi. Bütün işleri devlet ricaliyle danıştıktan sonra karara bağlardı. Herhangi mühim bir işte, ileri sürdüğü fikre karşı yapılan itirazları dinler ve münasip olanı tatbik ederdi.
Neşri, eserinde bu şanlı padişah hakkında şunları söylemektedir:
"Gazi Murad Han dahi atası gibi sâhib-i hayr idi, âdil ve kâmil, din-Perver, âlî himmet, fakir-dost, düşkünlere yardımcı, rey ve tedbir sahibi, pehlivan idi. Bütün ömrünü gazaya sarfetmiştir. Nesl-i Osmanîde bu etdüğü gazayı hiçbir padişah etmedi şol kadar himmet ve sahâ-i nefsi var idi ki, hiç bir ahad kapısına gelip, mahrum gitmez idi. Fethedilen beldelerdeki ahaliye mülâyemetle (yumuşaklıkla) hareket ederek etrafındaki tesiri, muhabbete tebdil etti ve bunun neticesinde zaptedilen yerlerdeki halk, kendisine bağlılık göstererek, imparatorun idaresini aramaz oldu." | |
| | | Admin Psc0 AdMiNsTaTöR
Mesaj Sayısı : 487 Kayıt tarihi : 07/08/09 Yaş : 35 Nerden : Türkiye/Bursa
| Konu: Geri: Tarihimize Şan Verenler...!!! Paz Ağus. 09, 2009 1:23 am | |
| Fatih Sultan Mehmed Han
"İmtisal-i câhidû-fillah oluptur niyyetim.
Dîn-i İslâmın mücerred gayretidir gayretim"
diyen Fatih, ömrünü bu gaye uğruna cihat etmekle geçirmiş büyük İslâm kahramanıdır.
Osmanlı Devletini dünyanın en muhteşem imparatorluğu haline getiren, ortaçağı kapatıp Yeniçağı başlatan, Bizans'ın paslı kilidini kırarak güzel belde İstanbul'u fetheden Fatih Sultan Mehmed Han; sadece askerî sahada değil, ilim, irfan, medeniyet ve adalet sahalarında da dünyaya örnek olacak müşahhas örnekler sergilemiş ve İslama hakkıyle bağlılığın bütün ilerlemenin ana kaynağı olduğunu fiilen ispatlamış bir devlet büyüğüdür.
49 senelik ömrünü; ilim tahsil etmekle, devleti her cihetten mamur hale getirmek için çalışmalar yapmakla, İ'la'yi kelimetullah için cihad etmekle geçiren Fatih Sultan Mehmed Han'ın hayatından günümüz gençliğinin ve istikbaldeki nesillerin çıkaracakları çok dersler vardır. Fatih 21 yaşında İstanbul'u fethetmekle gençliğe en güzel örnek olmuştur.
Nasıl yetişti?
Fatih, 29/30 Mart 1432'de Edirne Sarayında dünyaya gelmiştir. Babası, Sultan II.Murad, annesi Hüma Hatun'dur. Küçük yaşlarından itibaren çok sıkı bir eğitime tabi tutulan Sultan Mehmed, devrin meşhur âlimlerinden ders almıştır. Molla Yegan ve Akşemseddin hocaları arasındadır.
Henüz altı-yedi yaşlarındayken Manisa'ya vali tayin edilen Şehzade Mehmed burada da tahsiline devam etmiştir. Sultan Murad ele avuca sığmayan şehzadenin yetişmesi için Molla Gürani'yi hoca tayin etmiştir. Şehzade Mehmed'in cevval mizacı, Molla Gürani'nin ilmî haşmeti ve zaman zaman da tattığı sopası karşısında, yumuşamış ve hocasının önünde diz çökerek büyük bir heyecanla ilim tahsiline koyulmuştur. Fatihteki bu ilim aşkı hayatınn sonuna kadar devam edecek ve devrin âlimleri arasında zikredilecektir.
Arapça, Farsça, Yunanca, Latince, Sırpça, İtalyanca ve İbranice bilen Fatih, kelam, hadis, fıkıh, tefsir gibi dinî ilimlerde de mükemmel malumatlar elde etmiş, ayrıca; tarih, edebiyat, coğrafya, matematik, geometri ve astronomi gibi ilimlerde de devrin âlimleriyle tartışıp onları yenecek kadar malumat sahibi olmuştur.
Çok küçük yaştan itibaren ata binmeyi, ok atmayı, kılıç kullanmayı öğrenen Fatih, bu mahâretleriyle harp meydanında küffarı perişan ederken diğer taraftan, mahir bir edib (edebiyatçı) ve san'atkar olduğunu gösteren şiirler yazmıştır. Avnî mahlasıyla yazdığı ve ilk beytini baş tarafa aldığımız şu şiirinde aynı zamanda hayatının gayesini ve hedefini ortaya koymaktadır. Şöyle demektedir Fatih:
Fazl-ı Hakk-ı himmet-i cünd-ü Ricalullah ile
Ehl-i küfrü ser-tâ ser kahreylemektir niyyetim.
Enbiya ü evliyaya istinadım var benim,
Lütf-i Hak'dandır hemen ümîd-ifeth ü nusretim.
Nefs ü mal n'ola kılsan cihanda içtihad
Hamd-ü lillâh var gazaya şad hezârân rağbetim.
Eyfahr-ı âlem Muhammed mûcizât-ı Ahmed-i
Muhtar ile Umarım galib ola a'da-yı dine devletim.
Bu şuurla gayret gösteren Fatih'in devleti din düşmanlarına galib gelmiştir....
Oğlu Şehzade Mehmed'in mükemmel bir şekilde yetiştiğini gören Sultan Murad 1444'te tahttan vazgeçerek oğlunu tahta geçirmiştir.
Osmanlı tahtına çocuk yaşta bir padişah'ın geçtiğini gören Avrupa ülkeleri bu durumu fırsat bilerek yeni bir haçlı seferi düzenlemeye girişip, büyük bir haçlı ordusu hazırlarlar. Fakat tahtta oturan geleceğin ülkeler fâtihidir. Haçlı ordusuna karşı çıkacak Osmanlı ordusuna, orduyu yakından tanıyan, tecrübeli, maharetli birisinin kumandan olmasının lüzumunu görmüş ve derhal babasına bir mektup yazarak ordunun başına geçmesini istemiştir. Fatih'in davetinde şu veciz ifadeler yer almıştır:
"Eğer padişah siz iseniz, kâfirlerin hücumunu defetmek, devletinizi müdafaa etmek için gelmek vaciptir. Ve eğer biz padişah isek, size emrediyoruz, gelip ordumuzun başına geçin ve emrimize itaat etmek de sizlere vaciptir."
Bu davetten sonra ordunun başına geçen Sultan Murad, Varna savaşında maharetini ortaya koymuş ve çetin bir muharebe neticesinde haçlı ordusunu perişan etmiştir.
Savaşa başkumandan olarak iştirak eden Sultan Murad daha sonra askerin ve kumandanların ısrarı üzerine tahta geçmişti.
Fetih yolunda...
Fatih, babası sultan Murad'ın 3 Şubat 1451'de vefatı üzerine 6 Şubat 1451'de ikinci defa tahta çıkmıştır.
Genç Sultan'ın en büyük ideâli, İstanbul'u fethederek Kâinatın Efendisi'nin (a.s.m.) müjdesine mazhar olmaktır. Tahta geçişinin hemen akabinde bu gayenin gerçekleşmesi için faaliyete geçmiştir.
Edirne'de dünyanın o zamanın ölçülerine göre en büyük toplannı döktüren Fatih, büyük fetih hazırlığını süratle ikmal ettirmiştir. İlk defa havan topunu icat etmiş ve bu icadını fetih harekâtında uygulayarak icadının mükemmelliğini isbat etmiştir.
23 Mart 1453'te Edirne'den hareket eden fetih ordusu 5 Nisan'da İstanbul önlerine gelerek derhal şehri muhasara etmiştir.
29 Mayıs 1453'te fetihle neticelenecek muhasara boyunca ordu çeşitli kereler hücumlar yapmış ve bu cennet belde için yüzlerce şehid verilmiştir.
Fatih, şehrin denizden muhasarasını mümkün kılmak için dâhice bir planla, yaklaşık yetmiş gemiyi kızaklarla karadan yürüterek Haliç'e indirtmiştir.
21/22 Nisan 1453'te Kabataş veya Tophane'den kızaklar üzerinde kaydırılarak Kasımpaşa'ya indirilen gemiler Bizanslıları hayretler içerisinde bırakmış, morallerini bozmuştur. Çünkü onlar böyle bir teşebbüsü akıllarının ucundan bile geçirmemişler, Haliç'in ağzına gerdikleri zinciri hiçbir donanmanın aşamayacağı ümidiyle deniz tarafından emin olmuşlardır.
Dört ay gibi kısa bir zamanda Rumelihisar'ını (Boğazkesen hisarı) inşa ettiren Fatih, bu suretle, Karadenizden Bizanslılara gelecek yardım yolunu da kapatmıştır.
Nihayet 29 Mayıs 1453'te büyük fetih gerçekleşmiş, Fatih şehre girerek Ayasofya önünde şükür secdesine kapanıp, Cenab-ı Hak'ka hamdetmiştir. Haçlı dünyasının sembolü hüviyetindeki Ayasofya'yı camiye tahvil ettirmiş ve ilk Cuma namazını Ayasofya'da kılmıştır.
Fatih İstanbul gibi dünyanın merkezindeki bir şehri ele geçirerek Ortaçağı kapatmış, Yeniçağı başlatmıştır.
17 devleti tarihten sildi
Şanlı cihangirin fetihleri ölünceye kadar devam etmiştir. Ordusunun başında 25 büyük sefere çıkarak, 17 devleti haritadan silmiş, bu devletin topraklarını Osmanlı mülküne dahil etmiştir.
Fatih'in Bizans İmparatorluğuyla birlikte tarihten sildiği 17 devlet sırasıyla şunlardır: Bizans İmparatorluğu (1453), Enez Ceneviz Dükalığı (1456), Atina İtalyan Dükalığı (1458), Sırbistan Krallığı (1459), Mora Despotluğu (1460), Trabzon Rum İmparatorluğu (1461), Candaroğullan Beyliği (1461-1462), Eflak Prensliği (1462), Midilli Ceneviz Dükalığı (1462), Bosna Krallığı (1463), Karaman Devleti (1466), Âlâiyye Beyliği (1471), Kırım Hanlığı (1475), Arnavutluk (1478-1479), Tuğrul Beyliği (1479), Yunan Adalarından Zanta Dükalığı (1479), Hersek Dükalığı (1480) Bütün bu fütuhatıyla Fatih, bütün Balkan yarımadasını Osmanlı topraklarına katmış, Çanakkale ve İstanbul boğazlarını kontrol altına alarak boğazlarda hakimiyet kurmuştur.
Osmanlı Devletinin hudutlarını üç kıtaya yaymış ve Devleti dünyanın en büyük devleti yapmıştır.
Fatih, 1363-1473 yıllan arasında hemen hepsi gayr-i müslim olan 25 devletin hepsine karşı harbe girişmiş ve hepsinden de muzaffer çıkarak askeri dehâsını isbat etmiştir.
İla-yi kelimetullah uğruna can vermeyi gaye edinen bu şanlı idareci, ilmî, askerî, siyasî, ahlakî ve kültür sahalannda güzel meziyetleri şahsında toplamış ve bu meziyetleriyle gelecek nesillere örnek olmuştur.
Fatih devrinin ve Fatih'in şahsiyetinin diğer hususiyetlerine de kısaca göz atalım:
• Fatih, Osmanlı deniz kuvvetini dünyanın birinci deniz kuvveti haline getirmiştir.
• Topçuluk ve diğer harp teçhizatı üzerinde devamlı yenilikler yapmış ve askeri sahada devleti dünyanın en ileri ülkesi yapmıştır.
• Âlimlere ve san'atkârlara büyük değer vermiş ve onların rahatça çalışmaları için gerekli şartlan hazırlamıştır. Diğer İslam beldelerindeki âlimleri davet ederek onlara büyük imkânlar hazırlamıştır. Herbiri sahalarında mütahassıs âlimleri devamlı yanında bulundurmuş ve her zaman onlarla istişare etmiştir.
Fatih Camiiyle birlikte inşa edilen Sahn-ı Seman gibi ilim yuvalan yaptırmıştır. "8 Fakülte"de diyebileceğimiz Sahn-ı Seman'ın biri tıbba aittir ve 70 yataklı bir de hastahanesi vardır.
Fatih bütün ülkede baştan başa imar faaliyetine girmiştir. Saltanatı müddetince, 380 cami inşa ettirmesi onun imarcılığını gösteren müşahhas bir delildir.
Adalet anlayışı
Fatih devri, hukukta ve adalette de dünyaya örnek olacak uygulamalarla doludur.
Fatih'in muhakeme edilişi o zamanki adalete müşahhas bir misaldir: Fatih Camiinin inşası esnasında koca bir mermer sütunu yanlış kesip israf ettiği, dolayısıyle devlete zarar verdirdiği gerekçesiyle Fatih tarafından eli kestirilen Rum Mimar İpsilanti Usta İstanbul Kadısı Hızır Çelebi'ye müracaat eder.
Mahkeme günü kadı'nın huzuruna giren Fatih oturmak ister fakat Hızır Çelebi durmasına müsaade etmez ve davacı ile yanyana oturmasını ihtar eder. Emir, adaletin temsilcisinden gelmiştir. Uymamak mümkün mü?.. Muhakeme neticesinde Fatih suçlu bulunmuştur. Hüküm: "Kısasa kısas"... Yani, Fatih'in de eli kesilecektir. Devlet ricali araya girerek Rum ustaya ricada bulunurlar ve tazminatı kabul etmesini söylerler. Zaten Rum mimar da padişah'ın elinin kesilmesine razı değildir. Tazminatı kabul eder. Fatih bizzat kendi gelirinden, ustanın ailesinin ve çoluk çocuğunun ömür boyu ihtiyacını karşılayacak miktardaki tazminatı ödemeyi kabul eder ve aynca bir de ev yaptınr.
Muhakeme bu şekilde neticelendikten sonra Hızır Çelebi'nin yanına giden Fatih, İstanbul Kadısı'na, "Şayet adaletten ayrılıp padişahım diye benim lehime karar verecek olsaydın, başını şu kılıcımla uçuracaktım" der.
Hızır Çelebi ise Padişah'ın bu sözlerine cevaben şöyle der: "Sen de padişahım diye kararlarıma muhalefet idüp mahkemenin huzurunu bozmaya ve adaletin kudsiyetini ihlal etmiye kalksaydın (oturduğu minderin altındaki hançeri göstererek) ben de bunu senin kalbine saptayacaktım." der.
İşte bu anlayış bütün bir ülkeye hâkim olmuş ve bu anlayış devam ettiği müddetçe devlet, dünyanın en büyük devleti olma vasfını korumuştur.
Bütün hayati İslam için gayretle geçen Fatih gayretinin sebebini bir başka hadise vesilesiyle şöyle açıklamıştır:
Fatih'le anlaşmak isteyen Uzun Hasan'ın elçi olarak gönderdiği anası, Fatih'in Trabzon seferine de katılmıştır. Sare Hatun katlanılan zorluklara dayanamayıp Fatih'e şöyle demiştir: "Oğul bir Trabzon için kendini bu kadar yormak fazla değil mi? bir kal'a bu kadar meşakkatlere değer mi?"
Günlerdir at sırtında aşılmaz denilen dağları, geçitleri aşan Fatih şu cevabı vermiştir:
"Ana, İslâmın kılıcı elimdedir. Eğer bu zahmet ve eziyetlere katlanmazsam gazi lakabına lâyık olamam. Bugün ve yarın Allah'ın huzuruna çıktığımda utanırım. Sonra, bizim dâvamız Trabzon'u fethetmek dâvası değildir. Allah'ın ismini yüceltmek ve ilân etmek davasıdır. Bu uğurda ne kadar zahmet ve meşakkat çeksek yine azdır."
Fatih'in şahsiyyetini ve icraatlarını bu düşüncelerden ayrı olarak değerlendirmek hakikatlere uymaz.
Fatih, hedefin nereye olduğunu sadece kendisinin bildiği bir sefere çıktığı esnada yolda Yahudi dönmesi bir hekimin zehirlemesiyle 3 Mayıs 1481'de Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi, Fatih camii avlusundaki türbesine defnedilmiştir.
Bütün hayatını Dine, Devlete ve millete hizmetle geçiren bu büyük idarecinin hayatı, günümüzün ve geleceğin Devlet idarecileri, ilim adamları ve gençleri için alınacak derslerle doludur.
Bu gibi faydalı dersler layıkiyle alındığında tarihimizin şanlı devrelerinin tekerrür etmemesi için hiçbir sebeb yoktur. | |
| | | Admin Psc0 AdMiNsTaTöR
Mesaj Sayısı : 487 Kayıt tarihi : 07/08/09 Yaş : 35 Nerden : Türkiye/Bursa
| Konu: Geri: Tarihimize Şan Verenler...!!! Paz Ağus. 09, 2009 1:23 am | |
| Haci Ilbeyi
Sayıları 60 bin ile yüz bin arasında olduğu tahmin edilen büyük Haçlı ordusu Edirne'nin kuzeydoğusundan Meriç kenarındaki Sırpsındığı mevkiine gelmişti. Buradan Edirne üzerine yürüyüp Edirne'yi alacak, daha sonra Müslümanları Anadolu'dan çıkaracaklardı. Hayalleri buydu. Ve gördükleri kadarıyla önlerinde bir engel de yoktu. Çünkü yüreklerine korku salan şanlı bir devletin padişahı Sultan I.Murad büyük ordusuyla birlikte Bursa'da idi. Rümelinde bulunan Lala Şahin Paşa'nın kuvvetleri de sınırlıydı. İşte bütün bunları hesap ederek büyük bir sevinçle içip eğlenmeye koyulmuşlardı. Onların bu durumunu yakından takip eden Osmanlı Devletinin gazalarda pişmiş şanlı bir kumandanı vardı; Hacı İlbeyi. Keşifte bulunmak üzere on bin gazi dervişiyle yola çıkmış ve düşmanın konakladığı yere yakın ormanlıkta askerlerini mevzilemişti. Düşman sarhoş olmuştu. Hepsi kendilerinden geçmişti. Bu durumu gören Hacı İlbeyi kendilerinden on misli kalabalık düşmana hücum ederek imha etmeyi planlamış ve bu planını askerlerine şöyle açıklamıştı:
"Arkadaşlar, düşmanımız savaşa değil, düğüne gider gibi gelmekte. Geceleri şarap içip sarhoş olmaktalar. Bunlar ordu değil, bir yığın sarhoş sürüşüdür. Bir sürü koyun, bir kurt'a birşey yapamaz ama bir kurt bir sürü koyunu parça parça eder. Hele bu sürüye saldıracak olanlar sizin gibi aslan yürekli bir alay şahbaz yiğit olursa, düşman, güneş karşısında kalmış kar gibi erir, dayanamaz. Gece yarısından sonra düşmana üç koldan, dağılmadan ve topluca saldıracağız. Bir vurup kenara çekileceğiz. Düşman bocalayacak ve şaşıracaktır. Sonra tekrar saldıracağız. Allah bizimle beraberdir. Biz buralara kadar Allah'ın ismini yükseltmek ve İslâmı yaymak için geldik. Düşmanın çokluğuna bakmayınız. Ecdadımız Alparslan koca bir orduyu mağlup etti. Krallarını da esir aldı. Ben, güneş zulmeti boğar, dünyayı nura gark ederken, Balkan dağlarının ufkunda zaferin kucak açıp bizi beklediğine inanıyorum."
Bu konuşmadan sonra Hacı İlbeyi Mehteran'ın ceng havası çalmasını emretmiş ve yeri göğü inleten ceng havalan çalınmaya başlar başlamaz, "Bismillah, hücum!" diyerek askerlerini üç koldan hücuma geçirmişti. Sarhoş ve uyku sersemliğinde iken aniden hücuma uğrayınca neye uğradığını şaşıran düşman askerleri paniğe kapılmış ve telaştan birbirlerini kırmaya başlamışlardı. Onlar Sultan Murad'ın ordusuyla gelip hücuma geçtiğini zannetmişlerdi.
On bin gazi dervişin kılıçlan yıldırım gibi işlemekteydi. Haçlı ordusunun büyük bir kısmı kısa bir zamanda imha edilmiş, kalanları ise can havliyle kaçışmaya başlamıştı. Macaristan kralı I.Layoş da kaçanlar arasındaydı.
1364'te kazanılan bu zafer Anadoluda büyük sevinçle karşılandı.
İşte Sırpsındığı'nda Haçlı Ordusunu imha eden bu namlı kumandan Osmanlı devletinin Rumelindeki fetihlerinde büyük payı bulunan Hacı İlbeyi'dir.
1305 yılında Balıkesir'de dünyaya gelen Hacı İlbeyi'nin babası Karasi Beylerindendi. Kendisi de Karasi Beyi Dursun Beyin emirlerinden birisiydi. Hac vazifesini ifa ettikten sonra "Hacı İlbeyi" diye anılır olmuştu. Orhan Gazi zamanında Karasi Osmanlılara geçince Hacı İlbeyi de Karasi Beyi tayin edilen Şehzade Süleyman'ın maiyetine girmişti.
Süleyman Şah ve Evranos Gazi ile birlikte Rumeli fütuhatına katılan Hacı İlbeyi, Sultan I.Murad Hüdavendigâr tahta çıkınca Rumeli kumandanı olmuştu.
Gözüpek ve mahir bir kumandan olan Hacı İlbeyi maiyetindeki gönüllü askerlerle fetihten fetihe koşmaya başlamıştı. Sırasıyla, Dimetoka, İskeçe, Kavala, Dırama, Yenice, Dedeağaç ve Serez'i fethederek Osmanlı topraklarına dahil etti. Sultan Murad da fethedilen bu topraklara, Anadoludan müslüman aşiretleri gönderdi.
Hacı İlbeyi Edirne'nin fethinde de bulundu ve fetihte büyük rol oynadı.
Gazalarda pişmiş serdengeçtilerle sınır boylarında at koşturan Hacı İlbeyi, Kırklareli, Tekirdağ, Çorlu ve Kuleliburgaz'm Osmanlı topraklanna katılışında büyük rol oynadı.
Osmanlı Devletinin Avrupa kıtasındaki büyük fetihlerinde onun kılıcının ve maharetinin payı vardır.
Rumeli fâtihlerinden Hacı İlbeyi 1364'te vefat etmiştir. | |
| | | Admin Psc0 AdMiNsTaTöR
Mesaj Sayısı : 487 Kayıt tarihi : 07/08/09 Yaş : 35 Nerden : Türkiye/Bursa
| Konu: Geri: Tarihimize Şan Verenler...!!! Paz Ağus. 09, 2009 1:23 am | |
| Mihaloğlu Gazi Alâaddin Ali Paşa
Akıncılar İslam uğruna kelle koltukta mücadele eden yiğitlerdir. Onlar için açlık, yorgunluk yoktu. Ne kadar kalabalık olursa olsun düşman sürüleri engel teşkil etmezdi. At sırtında gece gündüz düşman illerinde yol katederlerdi. Hayatları sınır gerisindeki şehir, kasaba ve köylerinde geçerdi. Düşmanın iktisadî ve askeri küvetini perişan etmek, düşmanın yüreğine korku salmak için yapılan akınlarda kartal kanatlı sendengeçti akıncılar kasırga gibi eserlerdi. Onlar için cihad, bir şenlikti. İ'lâ-yi kelimetullah uğruna şehadet şerbetini içmek en büyük dilekleriydi. Onlar kanlarını, canlarını hak yoluna feda etmişlerdi.
En büyük akınlar Fatih ve Kanuni devirlerinde yapılmıştır. Bu devirde yapılan akınları Avrupalılar hâlâ hafızalarından silememişlerdir.
Akıncı beyleri içerisinde en meşhuru Mihaloğlu Alaâddin Ali Paşa'dır.
Ali Paşa akıncılarıyla birlikte Tuna'yı kuzeye doğru tam 330 defa geçmiştir.
1435'te dünyaya gelen Ali Paşa, iyi bir tahsil görmüştür. Macarca ve Romence dahil birkaç Avrupa dilini mükemmel şekilde bilmekte, Türkçe kadar rahat konuşmaktadır.
Fatih ve II.Bayezid devirlerinde yaptığı akınlarla devlete büyük hizmeti geçmiştir.
Fatih devrinde 25 devletle birlikte tutuşulan harplerde Alaâddin Ali Paşa'nın akınları, düşmanları yıldırmış ve muharebe güçlerini büyük ölçüde kırmıştır.
Fatih idaresindeki Osmanlı Devletine 25 devlet birden harp açmıştır. 1463'te başlayan savaşlar 16 sene aralıksız devam etmiş, savaşların hepsi Osmanlı devletinin zaferleriyle neticelenmiştir.
Osmanlı Devletine harp açan devletler arasında, Venedik, Macaristan, Almanya, Lehistan, Arago, Kastilya, Napoli gibi harp güçleri oldukça yüksek devletler de vardı. Devletler birleşerek haçlı orduları teşkil etmişlerdi.
İlk olarak Venedik 28 Temmuz 1463'te harp açmış, fakat Mihaloğlu Ali Bey ve diğer Akıncı beylerinin idaresinde Venedik'e yapılan akınlar Venedik'in iktisadî durumunu perişan etmiştir.
Venedik'ten sonra Macaristan'a akınlar yapılmıştır. Bu ülkeye 1461 ve 1466'da yapılan akınları Ali Bey idare etmiştir.
Alaaddin Ali Paşa 1466'daki akında, Macaristan Kralı Matthias Corvinus'un kızını esir almıştır. Bu prenses Mehtâb Hanım adını alarak müslüman olmuş ve Ali Beyle evlenmiştir.
Macarların cezalandırılmasına memur edilen Ali Paşa Tuna'yı geçmiş Varadin'i almış, otuz iki bin esirle dönmüştür.
Gazi Ali Paşa'nın katıldığı akınlardan bazıları şunlardır:
-1470'te Karniyol, Ljubljana ve Neustatele üzerine yapılan akınlarda yirmi bin kişilik düşman ordusu dağıtılmış, sekiz bin esir alınmıştır.
-1473'te Varadin şehri zaptedilmiştir. Yine aynı sene Hırvatistan baştan başa çiğnenmiştir.
-1474'te yapılan akınlarda Lehistan perişan edilmiştir.
-1478'de Venedik'e akın yapılmış, Friul ve Gorizia şehirleri alınmış Venedik ovası baştan başa çiğnenmiş, neticede Venedik'e baş eğdirilmiştir.
-1479'da Erdel'e büyük bir akın tertip edilmiş, kırk bin akıncı ile Erdel'e girilmiştir. Akınların Başkumandanlığını Mihaloğlu Ali Paşa yapmıştır. Bu büyük akında yirmi bin akıncı şehit düşmüştür. Buna mukabil Almanya ve Macaristan'ın harp gücü mahvedilmiş, Venedik ve Macaristan Balkanlardan defedilmiştir.
Alaaddin Ali Paşa Fatih'in vefatından sonra II.Bayezıd devrinde de akınlarına devam etmiştir.
Ali Paşa 1507'de Hakkın rahmetine kavuşurken geride beş bahadır evlat bırakmıştır.
Ali Paşa'nın evlatları; Gazi Hasan Bey, Gazi Ahmed Bey, Gazi Mehmed Bey, Gazi Hızır Bey ve Gazi Kara Mustafa Beyler Kanuni'nin saltanatının ilk yıllarında yaşamış ve hepsi de yaptıkları akınlarda şehit düşmüşlerdir.
Allah rızası için canlarını feda eden şanlı akıncılarımızı ve akıncılarımızın yiğit bir temsilcisi olan Alaaddin Ali Paşa'yı rahmetle yâdediyor, yazımızı akıncıların ruh haletinin terennüm edildiği Yahya Kemal'in "Akıncı" şiiriyle noktalıyoruz.
"Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle...
Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan,
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.
Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla...
Cennette bugün gülleri açmış görürüz de
Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde!
Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı, o gün dev gibi bir orduyu yendik!" | |
| | | Admin Psc0 AdMiNsTaTöR
Mesaj Sayısı : 487 Kayıt tarihi : 07/08/09 Yaş : 35 Nerden : Türkiye/Bursa
| Konu: Geri: Tarihimize Şan Verenler...!!! Paz Ağus. 09, 2009 1:23 am | |
| Ulubatli Hasan
29 Mayıs 1453 günü Konstantiniyye önlerindeki İslâm ordusunda büyük bir hazırlık göze çarpıyordu. İslâm askerleri sabah namazından önce en temiz elbiselerini giymişler, birbirleriyle helalleşmişler, cemaatle namazı kıldıktan sonra ordudaki yerlerini almışlardı. Kâinatın Efendisinin müjdelediği "Mesud askerler"den olmak ve Cenab-ı Hakkın huzuruna şehid olarak gitmek için yanıp tutuşuyorlardı. Hele içlerinden birisi vardı ki, heyecandan yerinde duramıyordu. Bir gün önceden komutanlarına yalvarmış en ön saflarda vuruşan birlikte yer almak için çok dil dökmüştü. Ulubatlı Hasan adlı bu yiğit Bursa Karacabey'deki Ulubat gölünün kuzeybatı kıyısının yakınında bulunan Ulubat köyünde dünyaya gelmişti. Yiğitler yiğidiydi. At yarışlarında, ok atmada, güreşte birinciydi. Daha sırtını yere getiren çıkmamıştı. Öyle ki çoğu defa iki kişiyle birden güreşir, ikisini de yenerdi. Ulubatlı Hasan'ın gönlü Allah için cihad etme aşkıyla yanıp kavrulmaktaydı "İla'yi kelimetullah" uğruna can vermek en büyük emeliydi.
Büyük hücum'un yapılacağı gün en ön safta vuruşacağı için çocuklar gibi seviniyordu. Otuz tane gözüpek yeniçeri seçmişti. Hep birlikte aynı noktaya hücum edeceklerdi.
Nihayet beklenilen an gelip çatmıştı. Mehter "hücum" havası çalınca Ulubatlı Hasan ve arkadaşları "Allah Allah" sesleriyle ileri atılmışlardı. Ulubatlı'nın bir elinde sancak, diğer elinde kalkan vardı. Sura dayanan merdivenlerden süratle tırmanıyordu. Atılan oklara, taşlara, üzerlerine dökülen kızgın yağlara kalkanını siper ediyordu. Nihayet surların üzerine varmayı başarmıştı. O anda kalkanını fırlatıp atmış, uzun palasını çekmiş, arslanlar gibi vuruşmaya başlamıştı. Önüne çıkan düşman askerlerine vuruyor, vuruyordu. Yahya Kemal'in tasvir ettiği gibiydi manzara. Şöyle demektedir şair:
Vur pençe-i Alî'deki şemşîr aşkına
Gülbangi asmanı tutan pir aşkına
Ey leşker-i müfettihü'l-ebvâb vur bugün
Feth-î mübîni zâmin o tebşir aşkına
Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-î hilâl içün
Gelmiş bu şehsüvâr-ı cihangir aşkına
Düşsün çelengi Rûm'un eğilsün ser-î Firenk
Vur Türk'ü gönderen yed-i takdir aşkına
Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar
Fecr-i hücum içindeki Tekbîr aşkına
Ulubatlı'nın şimşek gibi çakan kılıcından ürken düşman askerleri uzaktan ok yağdırmaya başlamışlardı. Oklar peş peşe Hasan'ın vücuduna saplanıyordu. Ayakta duramayacağını anlayan Ulubatlı sancağı Topkapı'daki surlann üzerine dikivermişti. Sancağın surların üzerinde dalgalandığını gören askerler coşmuştu. Tekbir getirerek büyük bir gayretle surlara hücum ediyorlardı. Ulubatlı Hasan da vücudunun oklarla delik deşik olmasına rağmen yaralı ars-lan gibi sancağın yanına düşman askerlerini yaklaştırmıyordu. Nihayet diğer arkadaşlan yanına gelmiş, Hasan'ın etrafına halka olmuşlardı. Sancağın artık emin ellerde olduğunu gören Hasan yüzünde mes'ud
bir tebessümle ruhunu Rahman'a teslim etmişti. Kendisiyle birlikte surlara tırmanan arkadaşlarından 18'i de şehid olmuş, kalan 12'si sancağı düşürmemişti.
Çok genç yaşta şehitlik rütbesini kazanan Ulubatlı Hasan'ın vücuduna 27 ok saplanmıştı. Arkadaşlan bu okları çıkardılar ve bu mübarek şehidi Fatih'in huzuruna götürdüler. Fatih, İslâmın bu bahadır evladına dua ettikten sonra şöyle demiştir: "Ulubatlı Hasan'ım! Ne kadar şanlısın. Eğer sultan olmasaydım, Ulubatlı Hasan olmak isterdim!" | |
| | | Admin Psc0 AdMiNsTaTöR
Mesaj Sayısı : 487 Kayıt tarihi : 07/08/09 Yaş : 35 Nerden : Türkiye/Bursa
| Konu: Geri: Tarihimize Şan Verenler...!!! Paz Ağus. 09, 2009 1:24 am | |
| Yavuz Sultan Selim
Hayatını; İslama, Müslümanların birliğine ve dirliğine vakfeden Yavuz Sultan Selim, tarihimizin şanına şan katmış büyüklerimizdendir. Yavuz Selim, Şehzadeliğinden itibaren Devlet meselelerine el atmış, bütün mevcudiyetiyle İttihad-ı İslâm (İslam birliği) için çalışmıştır...
Tarihlerin kaydettiği büyük cihangirlerden olan Yavuz Selim, aynı zamanda san'atkârdı. Hayatının gayesini manzum olarak şöyle dile getiriyordu:
"Milletimde ihtilâf ü tefrika endişesi
Kûşe-i kabrimde hatta bî karar eyler beni;
İttihadken savlet-i a'dayı defa çaremiz,
İttihad etmezse millet, dağdâr eyler beni"
Milletinin ihtilafı karşısında mezarında bile rahat edemiyeceğini söyleyen Yavuz, bütün hayatı boyunca İslam Âleminin İttihadı için "İla-yı kelimetullah" için çalışmıştır. Bu gayeleri içindir ki Yavuz, Şehzadeliği esnasında ferasetiyle, Devletin arasına ayrılık sokmak isteyenleri keşfetmiş, baştaki idarecilerin Şah İsmail fitnesine karşı kayıtsız kalmasına dayanamayarak idareye talip olmuştur.
1470'te babası II.Bayezid'in sancak beyi olarak bulunduğu Amasya'da dünyaya gelen Yavuz Selim, Annesi Dulkadıroğlu Ala'üddevle'nin kızı Ayşe hatun'un nezaretinde devrin meşhur âlimlerinden ders alarak yetişmiştir.
Babası padişah olunca Şehzade Selim'i Trabzon sancak beyliğine atadı. Şehzade Selim sancakbeyi iken Anadolu'da Şah İsmail fitnesinin gittikçe yayıldığını ve Devletin istikbali için büyük tehlike oluşturduğunu görmüş ve başta pederi Sultan II.Bayezid olmak üzere, idarecilerin bu tehlikeye dikkatlerini çekmiştir. İdarecilerde bu tehlikeyi farkedecek feraseti göremeyince, kardeşleri Şehzade Ahmed'le Korkutun da Devletin düşmanlarından ziyade taht ile meşgul olduklarını görünce idareyi fiilen ele almaya karar vermiş ve bu kararını icra safhasına koymak için çalışmalara başlamıştı. Askerler, mertliğini, kahramanlığını yakinen bildikleri bu cihangir Şehzadenin idareyi ele almasını arzulamaktaydı. Çetin mücadeler neticesinde Şehzade Selim, 24 Nisan 1512'de tahta çıkmış ve 9. Padişah olarak Osmanlı tahtına oturmuştur.
Birlik yolunda...
Tahta oturuşundan 22 Eylül 1520'de vefatına kadar, 8 yıl içerisinde zaferden zafere koşan bu şanlı padişah, Devlet sınırları dahilindeki ve haricindeki ayrılığın kökünü kazıyarak "İTTİHAD"ı sağlamaya muvaffak olmuştur.
İlk olarak Devlet sınırları dahilindeki kargaşalığı halleden Yavuz Selim daha sonra devletin doğu hududundaki, fitne kaynağı İran üzerine yürümüş, 23 Ağustos 1514'te Şah İsmail'i Çaldıran'da perişan ederek, bu hile kaynağına kuvvetli bir şamar vurmuştur.
Daha sonra İslâm âlemi ve İslâm âleminin bayraktarlığını yapan Osmanlı devletine karşı düşmanca tavır izleyen Memlüklüler üzerine yürüyen Yavuz, 24 Ağustos 1516'da Mercidabık ve 22 Ocak 1517'de Ridaniye zaferiyle bu devlete son vererek Müslümanlar arasındaki bir sınırı daha ortadan kaldırmıştır.
29 Ocak 1516'da son Abbasi halifesi III.Mütevek-kil'alallah'dan halifeliği devralan Yavuz Selim, böylece, "Hâlife-i Müslimin" olarak Devleti namına İslam âleminin mânevi reisliğini de yüklenmiştir.
Mukaddes Beldeler; Mekke, Medine ve Kudüs'ü Devletin sınırlarına dahil eden Yavuz Selim kendi tabiriyle "Hâdimü'l Haremeyni'ş-şerîfeyn" sıfatını da almıştır.
İçerisinde Peygamber Efendimizin Hırka-i şerifi, kılıcı ve diğer eşyalan bulunan "Mukaddes Emanetleri" de, "Halife-i Müslimîn" sıfatıyla alarak İstanbul'a getirmiştir. "Emânat-ı Mukaddese"nin nakli ve
daha sonra Topkapı sarayında hususi yerine yerleştirilmesi esnasında gösterdiği hassasiyet dikkate şayandır.
Yavuz Sultan Selim, "Emanât-ı Mukaddese" nin Mısırdan İstanbul'a nakli esnasında yol boyu durmaksızın Kur'an-ı Kerim okutmuş, daha sonra Topkapı sarayında, bu mukaddes emanetler için "Hırka-i Saadet" dairesini yaptırmıştır. Dairenin inşası esnasında geceli gündüzlü bizzat inşaatla ilgilenmiştir. Daha sonra "Hırka-i Şerif dairesinde 24 saat aralıksız Kur'an-ı Kerim okutmuş, bu vazife için 40 hafız tayin etmiştir. Kırkıncı hafız olarak ta bizzat kendisi Kur'an-ı Kerim okumuştur.
Yavuz Selim; Hususu hayatındaki sade giyimi ve yaşayışıyle, âlimlere gösterdiği hürmet ve onlara verdiği değerle, İslama bağlılığıyla, Vatanının bekası, milletinin saadeti için çalışmasıyla, harp meydanlarındaki cihangirce davranışlarıyla, usta kumandanlığıyla, ilmiyle, faziletiyle kendinden sonraki nesillere örnek olmuş şanlı büyüğümüzdür.
O'nu harp meydanlannda en ön saflarda, yalınnılıç harbederken görür gibi olur, heyecandan titreriz. Şah İsmail üzerine yürürken askerlerin sabatsızlığı karşısında;
"Ehl-ü ıyâl" kaydünde olanlara desturdur, gerü karularunun yanıma getsünler! Biz buraya gerü dönmek içün gelmedük! Rahat isteyen bu yola yaraşmaz! Bizi isteyüp yolumuzda can ve baş fidâ idecek yiğitler ölümden havfitmez. Ölümden korkanlar geri dönsün! Düşmanla çarpuşacak merdler benümle gelsün! Eğer içünüzde er yoğ ise ben yalunuz gidenim!" dediğini hatırlayarak sarsılmaz azmi karşısında hayranlık duyarız.
Âlime hürmet ederdi
Cenk meydanlarının bu namlı cengâverini âlimler yanında halim selim görmekteyiz. Mısır seferinden dönüşte çamurlu bir yolda İbn-i Kemal'in atının ayağından sıçrayan çamurun Padişah'ın kaftanına bulaşması üzerine telaşa kapılan değerli âlime, "Efendim telaş etme. Âlimlerin atlarının ayaklarından sıçrayan çamurlar bizim için şereftir. Padişahlar her zaman âlimlere muhtaçtırlar" dediğini ve daha sonra bu çamurlu kaftanın vefatında sandukası üzerine örtülmesini vasiyyet ettiğini hatırlayıp âlime hürmetin derecesini takdirden âciz kalırız...
İlme âşık Yavuz Selim, âlimlere de son derece kıymet vermiştir. Devlet işlerinden arta kalan vaktini âlimlerle sohbet ederek geçirmiştir. Edebiyata meraklı, aynı zamanda "Farsça" divan sahibi bir şairdir.
Herhangi bir hususta karar vermeden önce iyice düşünen, ehil kişilere danışan karar verdikten sonra ne pahasına olursa olsun karan tahakkuk ettirmek için çalışan azim sahibi bir padişahtır.
Sefere çıkmadan önce, sefere çıkacağı ülkeler hakkında geniş çapta araştırma yaptırması kendisine büyük zaferler kazandırmıştır. Mısır'ın fethinden evvel Müverrih İbn Tağribirdi'nin "Al-Nucûm a-zâhira" adlı eserini Türkçeye tercüme ettirmiştir.
Yavuz Sultan Selim 8 yıllık idaresi esnasında
devletin hudutlarını Asya, Avrupa ve Afrika'da binlerce kilometrekare genişletmiştir. Vefatı anında Devletin üç kıtada yüz ölçümü; Avrupa'da 1.702.000 km2, Asya'da 1.905.000 km2 Afrika'da 2.950.000 km2 olmak üzere toplam 6.577.000 km2'ye ulaşmıştı...
İslâm âleminde birliği temin ettikten sonra, Batıya yönelen Yavuz'un Avrupa üzerine çıktığı sefer-i Hümayun esnasında sırtından çıkan "Şirpençe" çıbanı yüzünden hastalanmış ve Çorlu ile Uğraş nahiyesi arasındaki Sırt köyünde Beka âlemine göçmüştür.
Son ânı
Vefatından önceki hali, bu şanlı padişahın şahsiyyetini gösteren canlı bir misaldir. Cenab-ı Hakkın huzuruna çıkma anının geldiğini hisseden Yavuz, nedimi Hasan Can'dan Yasin suresini okumasını istemiştir. İlk okuyuşa kendisi de iştirak etmiş, ikinci okuyuşta "Selâmım kavlen min Rabbirrahîm" âyeti okunurken ruhunu Rahmana teslim etmiştir.
Son nefesinden önce Hasan Can'ın "Cenab-ı Hakk'la birlikte olmak anının geldiğini" söylemesi üzerine: "Bizi kiminle bilürdün" sözü Yavuz'u fazla tafsilata lüzum kalmadan tanıtan veciz bir cümledir...
Vefatını müteakip, şimdiki Yavuz Selim semtinde, Yavuz Selim Camii bahçesinde Kanûnî'nin yaptırdığı türbeye defnedilmiştir.
Bu şanlı büyüğümüzü hürmetle yâdedip Cenab-ı Hak'tan rahmet dilerken mevzuu Yahya Kemal'in 16.Asır Türkçesiyle, Yavuz Sultan Selim'in vefatı hakkında yazdığı "RIHLET" şiiriyle noktalayalım. Şöyle diyor Yahya Kemal "Rıhlet" şiirinde:
Bir gün çalındı nevbet-i takdir rıhlete
Ukbâda yol göründü Huda'dan bu davete
Doldukça doldu gözleri eşk-î firak ile
Kudretlü pâdişâh veda etti millete
Tevhîd maksadıyle geçirmişti ömrünü
Refetti ermegaanını dergâh-ı vahdete
Ray âtı gölgesinde fedâ-yı hayât eden
Ervaha pişdar olarak girdi cennete
Yekser riyâz-ı huld-i berin oldu cilvegâh
Her cenkten getirdiği binlerce râyete
Dîdâr-ı Fahr-ı Âlem'i görmekti gaayesi
Gark-ı huşu' çıktı huzûr-ı Risâlete
Alnında öptü fahrederek Fahr-ı Kâinat
Şâbâş sundu sarfedilen bunca himmete
Dîvân-ı Hak'da mağfiret-i Kirdigâr'dan
Şâyeste gördü cürm ü günâhın şefaate
Dür olmasıyle böyle büyük pâdişâhdan
Garkoldu nâs mâtem-i bî-hadd ü gaayete
Yer yer misâl-i bîd-i hazân oldu tuğlar
Sultan Selim'e girye-künân oldu tuğlar | |
| | | Admin Psc0 AdMiNsTaTöR
Mesaj Sayısı : 487 Kayıt tarihi : 07/08/09 Yaş : 35 Nerden : Türkiye/Bursa
| Konu: Geri: Tarihimize Şan Verenler...!!! Paz Ağus. 09, 2009 1:24 am | |
| Barbaros Hayreddin Paşa
Barbaros Hayreddin Paşa; 16. Asırda ihtişamın zirvesine erişen Osmanlı Devletinin sancağını denizlerde şerefle dolaştıran kahraman kaptanımızdır. Akdenizi bir Müslüman gölü haline getiren, Haçlı Avrupayı titreten bu şanlı kumandanın hayatı zaferlerle doludur. «İlayi kelimetullah» uğruna çıktığı seferlerde kazandığı zaferlerle Hak ismini yüceltmiş, ehl-i İslâmı mutlu edip, İslâm düşmanlarını üzmüştür. Bu bakımdan kendisine «Dinin hayırlı evladı» mânasına «Hayreddin» denilmiştir.
Asıl adı Hızır olan Barbaros Hayreddin Paşa, Fatih'in ordusunda tımarlı sipahi olan Nurullah Yakup Ağa'nın oğludur.
Barbaros Hayreddin Paşa'nın dedesi Abdullah Ağa da tanınmış tımarlı sipahilerdendir. Bu aile, Anadoludan Rümeliye geçmiş, Çanakkale Boğazı üzerindeki Eceabat liman kasabasına yerleşmişlerdi.
Dört cengaver kardeş
Barbaros'un babası Nurullah Yakup Ağa, Fatih'in kumanda ettiği orduyla birlikte 1462'deki Midilli'nin fethine iştirak etmiş, fetihten sonra gösterdiği fedakârlıktan dolayı adanın Bonova köyü kendisine tımar olarak verilmiştir. Endülüslü bir Müslüman kızıyla evlenen Nurullah Yakup Ağanın, İshak, Oruç, Hızır ve İlyas ismindeki, tarihe «Barbaros Kardeşler» olarak geçen kahraman evladları bu köyde dünyaya gelmiştir.
Nurullah Yakup Ağa, evladlarının tahsiline büyük ehemmiyet vermiştir. Barbaros kardeşler, dinî ilimler tahsilinin yanı sıra, birçok dil de öğrenmişlerdir. Barbaros kardeşler ana lisanları Türkçeden başka; Arapça, Yunanca, İtalyanca, İspanyolca, Fransızca, Latince de öğrenerek yetişmişlerdir.
Bu dört cengaver kardeşten üçü, İlyas, Oruç, İshak Reisler şehâdet şerbetini içmişlerdir...
İlyas Reis, ağabeyi Oruç Reisle birlikte Trablus Şam'a gitmek üzere Midilliden ayrıldığında Rodos'un Saint - Jean şövalyelerinin büyük harp gemileri tarafından yolları kesilmiştir, çarpışmada İlyas reis şehid, Oruç reis esir düşmüştür.
İshak Reis; Cezayir'de Kalelerin Kalesi mânasına gelen Kal'atü'l Kılâ'yı İspanyollara karşı kahramanca müdafaa etmiş, son nefesine kadar kılıcını elinden bırakmamış, vuruşa vuruşa şehid olmuştur. (31 Ocak 1518'de)
Oruç Reis; (10 Ekim 1518'de) İspanyollar tarafından şehid edilmiştir. Binlerce İspanyol askerinin saldırısına karşı 6 ay Tlemsen'i kahramanca koruyan deniz kurdu da dillere destan bir mücadele vererek 40 bini bulan düşman askerinin saldırısı sonucu, askerleriyle birlikte şehid edilmiştir.
Barbaros kardeşlerin bu şehâdetlerinden sonra kardeşleri Hızır, şehitlerin gözlerini arkada koymamıştır. Etrafına topladığı gözü pek reisler ve Leventlerle Haçlıları perişan etmiştir Hızır Reis'in leventleri:
Deniz üstünde yürürüz,
Düşmanı arar buluruz,
Öcümüz komaz alırız,
Bize Hayreddinli derler.
diyerek Akdeniz'i bir uçtan bir uca geçip önlerine çıkan düşmanı perişan etmişlerdir...
Oruç'un şehadetine kadar Ağabeyi ile birlikte küffara karşı mücadele veren Barbaros Hayreddin Paşa, daha sonra tek başına Akdeniz'de dolaşmaya başlamıştır.
Hayatı zaferlerle geçti
1473'te dünyaya gelen Hayreddin Paşa'nın hayatı zaferlerle doludur demiştik. Bu zafer dolu hayata kısaca göz gezdirelim...
1512'de ağabeyi Oruç'la birlikte Cenevizliler'in elindeki Cecel'i fethetmişlerdir. Tunus'un «Halku'l vâd» kalesini üs edindiler 1516'da Cezayir şehrini fethettiler. Barbaros karedşler Kuzey Afrika'daki müslümanlar üzerindeki Haçlı baskısını kırmaya azmetmişlerdi. Bu azimle çalışmışlar muvaffak olmuşlardır.
Cezayir'i fetheden Barbaros kardeşler, bütün Kuzey Afrika'yı fethetmeyi gaye edinmişlerdi. Yalnız daha önce bir düşünceleri vardı. Yavuz gibi bir cihangirin idaresindeki, İslâm âleminin hâmisi Osmanlı Devletinin maiyyetine girmek istiyorlardı... Bu düşünceleriyle Barbaroslann şan, şeref peşinde olmadıkları, sırf «İTTİHAD» için «İLA-Yİ KELİMETULLAH» için cihad ettikleri açıkça görülmektedir. Çünkü Kuzey Afrika'nın büyük kesiminde onlar Sultan olarak tanınmaktaydılar. Hutbeler önce Oruç, daha sonra Hayreddin adına okunmaktaydı. Fakat onlar dünyevî saltanat peşinde değillerdi. «Hadimü'l Haremeyni şerifeyn» olduğunu ilan edecek olan Yavuz gibi, onlar da dinlerinin, milletlerinin ve Ulvi gayeleri gerçekleştirmek için çalışan Devletin hizmetinde bulunmayı Hâkimliğe tercih etmişlerdir.
Bunun için Yavuz Sultan Selim'e çeşitli zamanlarda defalarca elçi gönderirler. İlk önce Mayıs 1516'da Piri Reis İstanbul'a gönderilir. Yavuz Barbarosların teklifleri karşısında memnuniyetini belli eder. Bunun nişanesi olmak üzere iki elmaslı kılıç verir. Biri Oruç, biri Hızır Reisler için...
Barbaros Hayreddin reis daha sonra 1517'de Hacı Hüseyin Reis'i Yavuz'a gönderir. Kahire'de bulunan Yavuz'la görüşen Hüseyin Reis daha sonraları 15 Mayıs 1519'da Yavuz'la İstanbul'da da bir görüşme yapmıştır... ..
Yavuz Barbaros Hayreddin Reisin isteklerini kabul etmiş, Yeniçeri kuvveti ile toplar göndermiş ve Anadolu'dan dilediği kadar asker toplaması izninin yanı sıra «Cezayir Beylerbeyi» unvanını vermiştir.
Artık Barbaros Hayreddin Paşa, Akdeniz'de Osmanlı devletini temsil etmektedir. Bu sıfatla İslâm düşmanlarının karşısına çıkacak, cihad edecektir. Devamlı kazandığı zaferlerle, aldığı ganimetlerle maddî cihetten de güçlenen Barbaros, kazandığı bu zaferleri iman gücü ve azmi yanında «Deniz Harp sanatındaki maharetine» ve yine mahir reislere sahip oluşuna borçludur. Barbros'un maiyyetindeki her biri Denizcilikte mahir, gözüpek reislerinden bir kısmı şunlardır: Coğrafya âlimi Piri Reis, Yahya Reis, Sinan Reis, Mehmet Reis, Aydın Reis, Kurtoğlu Müslihuddin Reis, Salih Reis, Turgut Reis, Barbaros'un oğlu Hasan Reis ve manevîoğlu Hasan Reis...
Barbaros'un oğulları
Bunlardan, Barbaros'un oğlu ile manevî oğlu Hasan Reisler Cezayir Beylerbeyliği yapmışlardır. Salih Reis de Cezayir Beylerbeyliği yanısıra Fas Fatihi olarak ta tanınır. Aydın Reis, Endülüslü Müslümanların İspanyol zulmünden kurtarılmalarında büyük vazife yapmıştır. Mücadeleleriyle düşmanın belini kırmıştır. Bu bakımdan Avrupalılar Ona «Şeytan Döven» demekteydiler. Müslümanlar ise, Aydın Reis'e'"Kâfir Döven" diyorlardı...
23 Ağustos 1519 ile 1520 baharında üst üste Cezayir'i ele geçirmek için saldıran İspanyollar, Hayreddin Paşa kumandasındaki kuvvetler tarafından bozguna uğratılmıştır. (1520-1525) tarihleri arasındayerli ahalinin ihaneti üzerine geçici bir süre elden çıkan Cezayir, 1525'te tekrar fethedilmiştir.
Bu parlak zaferlerden sonra Kanunî Barbaros'u İstanbul'a davet eder. Barbaros, 18 Amirali ile birlikte İstanbul'a hareket eder. Yol boyunca düşman limanlarına hücum eder. Önüne çıkan düşman donanmalarını perişan eder. 27 Aralık 1533'te binlerce İstanbullunun karşılamasıyla İstanbul'a ulaşır. Kanuniyle görüşür. Kanuni Barbaros'a iltifat eder.
Barbaros'a Kaptan-ı Derya'lık verilecektir. Fakat bunun için, protokola göre bu unvanı Sadrazam İbrahim Paşanın vermesi gerekmektedir. Padişah, devlet işinde yetkisi dahilinde olsa bile nizama halel vermekten şiddetle kaçınmaktadır. Bunun için Barbaros bizzat kendisi İbrahim Paşayla görüşmek üzere Halep'e gitmiştir. İstanbul - Halep arasını at sırtında 10 gün gibi kısa bir zamanda kateden Barbaros, dönüşte de 10 günde gelmiştir. İstanbul'a döndükten sonra 6 Nisan 1534'te tertip edilen merasimle Barbaros'a Kaptan'ı Deryalığa tayin fermanı bildirilir. Artık Barbaros Hayreddin Paşa, Osmanlı Devletinin Kaptan-ı Deryasıdır ve muazzam Osmanlı donanması emrindedir. "Muazzam donanma" diyoruz. Çünkü o devirde Osmanlı donanması Dünyanın donanma bakımından ilk sıralarındaydı. Askeriyenin diğer sahalarında olduğu gibi... Öyle ki birkaç senede bir bu gemiler değiştirilmekte, yenilenmekteydi...
Donanmaya çok ehemmiyet verdi
Barbaros'un birkaç ay içerisinde, sadece İstanbul'daki tersanelerde 61 Harp gemisi inşa ettirmesi, donanmanın gücünü gösteren müşahhas bir örnektir.
Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa kumandasındaki Osmanlı Donanması denize açılır. Yeni Fetihlere doğru yelkenler fora edilir... 22 Ağustos 1534'te Tunus fethedilir. Bu fetih üzerine Barbaros, Kaptan-ı Deryalık ve Cezayir Beylerbeyliği makamlarına ek olarak Divan-ı Hümayun tarafından yeni bir Beylerbeyi tayinine kadar Tunus Beylerbeyi vekilliğini de üzerine almıştır.
Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa, İtalya (Venedik) üzerine sefer-i Hümâyûna iştirak etmiştir. Orduyu Hümâyûn'un karadan hareketi ile birlikte 280 parçadan müteşekkil Donanmayı Hümâyûn 11 Mayıs 1537 günü hareket etmiştir.
1537'de Kiklad Adalannı fetheden Barbaros, Akdeniz'in yanı sıra Ege'yi de düşmandan temizlemiş ve Venediklileri Ege'den kovmuştur.
Barbaros'un kumandanlığında kazanılan Preveze Zaferi, Dünya Deniz Harp tarihine geçmiş, bütün Dünyaya Osmanlı hakimiyetini bir kez daha duyurmuş ve Akdeniz'in tamamen bir Müslüman gölü olduğunu düşmanlara da kabul ettirmiştir...
İspanya, Almanya, Venedik, Portekiz, Ceneviz, Papalık, Floransa, Malta donanmalarından kurulu 600'den fazla gemiden müteşekkil Haçlı donanmasını 28 Eylül 1538'de Preveze'de bozguna uğratan Donanmayı Hümâyûna kumandanlık eden Kaptan-ı Derya Hayreddin Paşa, bu mücadelesiyle şanlı tarihimize parlak bir sayfa daha ilave etmiştir.
Zaferler birbirini takip eder. Barbaros'un evladlığı Hasan Bey, Almanya İmparatoru ve İspanya Kralı Charles Quint (Şarlken)in bizzat kumanda ettiği haçlı donanmasını ve ordusunu Cezayir önlerinde bozguna uğratmış, yok etmiştir (24 Ekim 1541). Bu bozgun üzerine mağrur kral öfkeyle tacını denize fırlatmış ve perişan bir halde geri dönmüştür...
... Ve Barbaros vefat ediyor
Dünyanın en büyük devleti, kendilerinden yardım isteyenlerin yardımına koşmaktan geri durmamıştır. Fransa Kralı I.Français'in İspanya ile yaptıkları savaşta kendilerine yardımda bulunmaları için Kanûni'ye rica etmiş. Kanunî de bu ricayı kabul etmişti. Fransa'ya yardım için Barbaros vazifelendirilmiştir.
Barbaros Mayıs 1543'te Donanma ile İstanbul'dan ayrılır. 20 Ağustos 1543'te Nice'yi fetheden Barbaros şehrin anahtarını Kanunî Sultan Süleyman adına kabul etmiştir. Barbaros Nice'de fazla kalmaz ve Nice'i Fransızlara teslim eder. Fransızlar burada Avrupa'nın durumunu ortaya koyan davranışlarda bulunurlar ve Nice'i yağmalarlar. Barbaros, 1543 - 44 kışını Toulon'da geçirir. Barbaros Toulon'da kaldığı müddetçe şehre Osmanlı sancağı çekilmiştir. ..
Barbaros Hayreddin Paşa daha sonra İstanbul'a dönmüştür. 4 Temmuz 1546'da İstanbul'da fani dünyaya veda eden bu namlı reis, Beşiktaştaki türbesine defnedilmiştir. Ömrünü Hakka adayan Barbaros, hayatının her safhasında Rıza-i İlâhî için çalıştığını ısbat etmiştir. O yardımı Allah'tan beklemekteydi. Bunun içindir ki Bayrağında; «Nasr'un minallahi ve fethun kariybun ve beşşiril mü'mi-niyne» (Allah katından bir yardım ve yakın bir zafer vardır. -Ey Resulüm!- Mü'minlere müjde ver) -Es-saf Sûresi a. 13- âyet-i kerimesi yazılıydı...
Asırlar boyu, sefere çıkan donanmalar Barbaros'un türbesi önünden hareket etmiş ve türbe önünden geçerken top atışlarıyla O'nu selâmlamışlardır... Halen de deniz kuvvetleri top atışlarıyla bu denizlerin Pirî'ni hatırlamaktadırlar...
Bu şanlı büyüğümüzü tekrar hatırlarken ruhu şad olsun diyor ve yazımızı Beşiktaş önünden atılan her top sesleriyle hatırladığımız Yahya Kemal'in beyitleriyle noktalıyoruz...
Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!
Adalardan mı? Tunus'dan mı, Cezayir'den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;
O mübarek gemiler hangi seferden geliyor? | |
| | | Admin Psc0 AdMiNsTaTöR
Mesaj Sayısı : 487 Kayıt tarihi : 07/08/09 Yaş : 35 Nerden : Türkiye/Bursa
| Konu: Geri: Tarihimize Şan Verenler...!!! Paz Ağus. 09, 2009 1:24 am | |
| Kanuni Sultan Süleyman
On altınca asır, tarihimizin en parlak devresi... Bu devreye 46 yıllık saltanatı ile mührünü basan şanlı hünkâr... Avrupalıların, "Muhteşem" sıfatını kullandıkları Sultan Süleyman... Karadeniz'in şirin vilayetlerinden ve Osmanlı Devleti sancaklarından Trabzon'da 6 Kasım 1494'te dünyaya gelen küçük yavruya isim düşünülmektedir. Bu erkek çocuğun babası, geleceğin "Yavuz"u olacak olan Şehzade Selim'dir. Sancak Beyi olarak Trabzon'da bulunmaktadır. İsim için eskiden beri devam edegelen bir an'aneye başvurulur ve Kur'an-ı Kerim'den tefe'ül edilir. Açılan sahifedeki "İnnehu min Süleyman..." âyetinden alınarak yavruya Süleyman ismi verilir...
Şehzade Süleyman henüz küçük yaşlanndan itibaren şanlı pederinin bırakacağı muazzam Devletin becerikli idarecisi olacak şekilde yetiştirilir. Mükemmel dinî kültürün yanında san'at da öğretilir istikbalin Kanunisi'ne... Hocası Mevlânâ Hayreddin O'na dinî ilimleri öğretmiştir. Ayrıca devrin meşhur âlimlerinden müsbet ilimleri tahsil etmiştir. San'at olarak ta kuyumculukta karar kılınmıştır. Bu san'attaki ustasıyla Şehzade Süleyman arasında cereyan eden bir hadise hayli enteresandır. Şehzade Süleyman, ustasının verdiği vazifeyi yapmayınca ustası, "Sana bin sopa vuracağım" der. Bunu duyan Şehzade Süleyman'ın annesi Hafza Hatun ustadan evladının affını rica eder ve ustaya bin altın verir. Fakat usta yemin etmiştir. Yemini yerine getirmek için bir formül bulur ve çırağı Şehzade Süleyman'dan altınları yüz ince tel haline getirmesini ister. Ustanın isteği yerine getirilince, usta bu yüz altın telle Şehzadeye on kere vurur...
Şehzade Süleyman dedesi III.Bayezıd'ın sağlığında Devlet idareciliğine ilk adımı atmıştır. Evvela Şebinkarahisar, ardından Bolu sancak beyliğine tayin edilir. Bu iki tayine de amcası Şehzade Ahmet itiraz etmiştir. Tahta oturmayı ümid eden Şehzade Ahmed, yeğeninin, Yavuz Selim hesabına ümidini engelleyeceğini hesaplamaktadır... Ve şehzade Süleyman Kefe sancakbeyliğine tayin edilir. Henüz çocukluk çağındaki Şehzade Süleyman sancak beyliğinden önce yine henüz Şehzade olan pederi Şehzade Selimin Şah İsmail ordusunu Erzincan'da darmadağın ederken de yanıbaşındadır...
Yavuz Sultan Selim'in padişahlığı esnasında; Şehzade Süleyman padişah'ın payitahtta bulunmadığı sıralar babasına vekalet etmiş, daha sonra Saruhan sancak beyliği vazifesi ile Manisa'ya gönderilmiştir.
Tahta oturuşu ve sonrası
Yavuz'un 22 Eylül 1520'de vefatı üzerine Şehzade Süleyman 30 Eylül 1520'de Osmanlı tahtına oturmuştur. İlk icraat olarak adalet işlerini yoluna koymuş ve iç huzuru sağlamak için uğraşmıştır. 6 Şubat 1521 de Canbirdi Gazali isyanının bastırılmasından sonra üç kıtada 46 yıl boyunca devam edecek seferlere başlamıştır.
Kanunî, 7 Eylül 1566'da vefatına kadar 13 "Sefer-i Hümâyûn'a" çıkmıştır. Bu seferlerin neticesinde dört bir yanda kazanılan zaferler ve yapılan fetihlerle Devlet ihtişamın zirvesine ulaşmıştır. Garpta Belgrad'ın, Rodos'un fethedilmesi, Mohaç zaferinin kazanılması, Estergon seferi neticesinde alınan topraklar ve Viyana kapılarına dayanış... Doğuda ve Güneyde; İran üzerine yapılan seferlerle doğu hududunun sağlamlaştırılması... Akdenizdeki fetihler... Afrika kıtasındaki fetihler... Bütün bu fetihlerle Kanuni pederinden devraldığı topraklara; Trablusgarb'ı, İrak'ı, Cezayir'i... Anadolu'da Van'dan Ardahan'a kadar kuzey ile kuzeydoğu topraklarını, Batı'da; Macaristan, Erdel, Belgrad havalisini, Rodos'u, Adalar denizinde
en mühimmi Sakız olmak üzere çeşitli Venedik ve Ceneviz sömürgelerini... Akdeniz'de büyük ehemmiyeti olan Cerbe adasını ilave etmiş; Akdeniz'le Kızıldeniz'i ve Basra Körfezini birer Müslüman Türk gölü haline getirmiş; Osmanlı sancağını Umman ve Hint denizlerinde dalgalandırmıştır. Doğu sınırında çıbanbaşı olan Safevileri büsbütün sindirmiş ve İspanya krallığı ile Almanya imparatorluğuna ve Avusturya devletine, Osmanlı Devletinin hakimiyetini kabul ettiren anlaşmalar imzalatıp haraca bağlamıştır. Geriye hudutlarında güneş batmayan muhteşem bir Devlet bırakan bu idarecilerin devresinde Osmanlı Devleti "süpergüç" olmuştur.
Osmanlı Devleti Kanuni devrinde adaletiyle, idaresiyle, iktisadi faaliyetleriyle, ilim, kültür, san'at faaliyetleriyle bütün dünyaya örnek olmuştur.
Kanuni rahat döşeğinde ölümü hazmedememiş, Hakkın emanetini harp meydanında teslim etmek istemiş ve öyle de olmuştur. Son "Sefer-i Hümayun'da" ordu Zigetvar kalesi önlerindeyken top, tüfek sesleri, kılıç şakırtıları arasında teslim-i ruh etmiştir. Vefatının akabinde de kale fethedilmiştir.
Kanuni harp sanatındaki mahareti yanında, san'atkarlığıyla da tanınır. Aynı zamanda usta bir şairdir. "Muhibbi" mahlasıyla (takma ad) yazdığı şiirlerde san'atının ve fikrinin pırıltılarını görmekteyiz. Bütün hayatı boyunca adımlarını, Allah rızası için atmaya çalışmış olan bu cihangir padişah Tevhid uğruna her fedakârlığı göze almaktan çekinmemiştir.
Bir şiirinde şöyle der:
"Halk içinde mü'teber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi
Saltanat dedikleri ancak cihan gavgaasıdır
Olmaya baht-u saadet dünyada vahdet gibi"
Hak için, "İla-yi kelimetullah" için çalıştığını hareketleriyle gösterdiği gibi, fikrini "Muhibbi" mahlasıyla yazdığı şiirlerinde sık sık işlediğini görmekteyiz. Kanuni, şu meşhur şiirinde niyetini açıkça belirtmektedir:
"Allah Allah diyelim, sancak-ı şahı çekelim,
Yürüyüp her yandan Şark'a sipahi çekelim
İki yerden kuşanalım yine gayret kuşağın,
Bulaşıp toz ile toprağa bu rahı çekelim,
Payimal eyliyelim kişverini sürhserin,
Gözüne sürme deyu dûd-ı siyahı çekelim.
Bize farz olmuş iken olmamız İslâm'a zahir
Nice bir oturalım bunca günahı çekelim!
Umarım rehber ola bize Ebübekr ü Ömer
Ey Muhibbi, yürüyüp Şark'a sipahi çekelim!"
Bu büyük hükümdarın devrinde yüzlerce büyük şahsiyetler yetişmiştir. Edebiyyata; Fuzulî, Bakî... İlim'de; Zenbilli Ali Efendi, İbni Kemal ve Ebussuud Efendi... Mimaride; Koca Sinan... Tarih'te; Selanikî Mustafa, Âli, Celâlzâde Mustafa, Nişancı Mehmet... Coğrafyada; Pîri Reis... Denizcilikte; Barbaros Hayreddin Paşa ve Turgut Reis... Önde gelen isimlerdendir.
Şair Padişahlardan Kanûnî'nin meşhur Beyti:
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi
İlme ve buna bağlı olarak âlimlere ve san'atkarlara büyük değer veren Kanuni Devrinde Osmanlı sınırları yüzlerce san'at eserleriyle süslenmiş, yüzlerce eser yazılmıştır. Mimari sahasındaki başlıca eserler; Süleymaniye Külliyesi, Babasının namına yaptırdığı Sultan Selim Camii, oğullan Şehzade Mehmed ve Cihangir namına yaptırdığı camiler... Kızı Mihrimah Sultan namına yaptırdığı Edirnekapı ve Üsküdar'daki camiler, Haseki Sultan Camii ve medresesi ve her tarafa dağılmış, köprüler, medreseler, tekkeler...
Şan ve şerefle dolu bir devri ve Hak âşığı şanlı hünkan anlatmaya ciltler dolusu yazılar yetmez. Biz Kanuni hakkındaki yazımızı taşıdığı mânâ itibariyle vasiyyeti ve bir şiirle noktalayalım.
Kanuni hastalığı esnasıda Ebussuud efendiye bir sandık teslim ederek vefatında bu sandıkla gömülmesini vasiyyet etmiştir. Vefatı takiben ulemâ arasında yapılan tartışmalar neticesinde, dinimizde eşya ile gömülmek caiz görülmediğinden sandık kabre konulmaz. Fakat merak üzere açılır. İçindekileri gören Ebussuud efendi göz yaşlarını tutamaz. Sandıkta. Kanuni'nin verdiği hükümler için aldığı fetvalar vardır. Ebussuud efendi ağlayarak "-Süleyman sen kendini kurtardın biz ne yapacağız..." der...
Kanuni için ağlayanlardan birisi de şair Baki'dir. "Kanuni Sultan Süleyman Mersiyyesi" ile hislerini dile getirmiştir. Bu meşhur manzumenin altıncı bendininin son beyitleriyle yazımızı noktalayalım:
Şöyle diyor Baki şanlı hünkar için:
"Dest-i fenada merg-i hevâ durmayıp döner
Tiğın Huda yolunda sebil etti canları
Şemşîr gibi rûy-ı zemine taraf taraf
Saldın demir kuşaklı cihan pehlivanları
Aldın hezâr bütkedeyi mescid eğledin
Nâkus yerlerinde okuttun ezanları
Âhir çalındı kûs-ı rahîl ettin irtihâl
Evvel konağın oldu cinân büstanları
Minnet Hudâya iki cihanda kılup saîd
Nâm-ı şerifin eyliye hem gazi hem şehid" | |
| | | Admin Psc0 AdMiNsTaTöR
Mesaj Sayısı : 487 Kayıt tarihi : 07/08/09 Yaş : 35 Nerden : Türkiye/Bursa
| Konu: Geri: Tarihimize Şan Verenler...!!! Paz Ağus. 09, 2009 1:24 am | |
| Mimar Sinan
Mimar Sinan deyince, ihtişamlı bir devre haşmetli eserlerle mühür basan, mimarî sahasında en mükemmel eserleri bizlere hediye eden koca ustayı hatırlarız hemen... Hatırlarız ve bir anda gözlerimizin önüne Şehzadebaşı gelir, Süleymaniye gelir, bütün haşmetiyle Selimiye gelir... Bereketli bir ömürde meydana getirdiği mimari değerleri büyük 366 eserle; aynı zamanda azim ve gayretle çalışmanın karşılıksız kalmayacağını, böyle yüzlerce eserle neticeleneceğini fiilen göstermiş, gelecek nesle örnek olmuş bir büyüğümüzdür.
1490 yılında Kayseri'nin Ağırnas köyünde dünyaya gelen Sinan'ı, Osmanlı devletinin dört kıtada at oynattığı bir devirde ve cihangir iki padişahın maiyyetinde görmekteyiz. »Dünya bir padişaha çok iki padişaha azdır» diyen Yavuz'un ve devrinde, Osmanlı'nın cihanda en büyük devlet olduğu Kanunî'nin maiyyetinde...
Devamlı ilimle meşgul oldu
Sinan henüz yirmi iki yaşındayken, 1512 yılında Kayseri'den devşirme olarak İstanbul'a getirilmiştir. Bu tarihten itibaren Sinan'ı devamlı ilimle, araştırmayla meşgul görüyoruz... Azimle çalışmanın semeresini devamlı terfi alarak görür... Yavuz ve Kanunî devrinde, doğudaki ve batıdaki medeniyet ve kültür merkezlerini gören, oradaki eserleri yakından araştırma fırsatını bulan Sinan, »İlim mü'min'in yitik malıdır, nerede bulursa almalıdır» hadisi şerifi gereğince ilim namına, kültür namına her gördüğünü araştırmış, işine yarayacak olanları hafızasına nakşetmiştir... Sonradan bu görüp incelediklerini taklide sapmadan, tamamen kendisine has bir üslupla eserlerinde kullanmıştır...
Doğudan batıya, kuzeyden güneye binlerce kilometrelik mesafeleri fetih ordularıyla birlikte kateden Sinan, her defasında değişik yerler görmüş, aktif hizmetlerde bulunmuş, padişahların takdirini kazanmıştır. Sinan'ı sırasıyla şu seferlerde ve vazifelerde görüyoruz;
Yavuz Sultan Selim devrinde, 1514'te İran ve 1517'de Mısır seferine iştirak etmiş, İran'da Büyük Selçuklular devrinde başlayan kubbe mimarisini, Mısır'da Memlükler'den kalma eserlerdeki renkli taş kaplama ve kakmaları yakından görmüştür.
Kanunî Sultan Süleyman devrinde Belgrad (1521) ve Rodos (1522) seferlerine katılarak atlı sekban, 1526'da Mohaç savaşına girdikten sonra acemioğlanlar yayabaşılığına, daha sonra da kapı yayabaşılığına yükselmiştir. Alman seferine (1532) zemberekçibaşı rütbesiyle katılmıştır. 1534'te Irakeyn seferine katılmıştır. Yine Batıya yapılan seferlerden, Korfu, Pulya (1537) ve Kara Boğdan (1538) seferlerine iştirak etmiştir. Bu seferlerde Avrupa mimarisini yakından tanıyan Mimar Sinan, Tebriz ve Bağdad'da meydana getirilmiş olan «İslam mimarisinin» örneklerini de yakından tanıma fırsatını bulmuştu...
Ordunun geçtiği yollarda, köprü, yol, kanal gibi çeşitli yapı işlerinde gösterdiği muvaffakiyet Padişahın dikkatini çekmiştir. Kara Boğdan seferinde, Prut ırmağı üzerinde 13 günde bir köprü kurması onun maharetini bir kez daha ispatlayan örnek olmuştu...
Göstermiş olduğu bu muvaffakiyetlerle 1536'da «reis-i mimarân-ı dergâh-ı âli» rütbesini almış, vefatına kadar mimarbaşı olarak vazife yapmıştır.
Eserleri üç kıtaya yayıldı
Üç kıtaya yayılan devletin hemen her köşesinde onun eserlerine rastlanır. Budin ve Kırım'dan Mekke'ye kadar dört bir yan'da onun eserleri görülür... Mimari sahasının en olgun örnekleri olan 84 cami, 52 mescid, 57 medrese, 7 darülkurra, 22 türbe, 17 imaret, 3 darüşşifa, 5 su yollan, su kemerleri, 8 köprü, 20 kervansaray, 35 saray 8 mahzen, 48 hamam... Bunlar göze çarpacak derecede olanlar. Bunların yanında şimdi Avrupa'da Osmanlı'nın sefer hatırası olarak bulunan köprüler, yollar, kanallar, mescidler...
Bu san'at değeri yüksek ve eşsiz eserler içerisinde üç tanesi en çok dikkatleri çekmiştir. Koca ustanın da san'at hayatının üç devresine izafe ettiği üç eser... Çıraklık devri eseri Şehzadebaşı, Kalfalık devri eseri Süleymaniye ve ustalık devri eseri Selimiye camileri...
İstanbul'un görkemli yapılarından Süleymaniye için Yahya Kemal hislerini şu şekilde manzumeleştirmiş:
Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı
Adamış sevdiği Allahına bir böyle yapı.
En güzel mabedi olsun diye en son dinin
Budur öz şekli hayâl ettiği mimarînin.
Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmiş İstanbul'un ufkunda bu kudsi tepeyi
Taşımış harcını gazileri, serdarıyle,
Taşı yenmiş nice bin işçisi, mimariyle.
Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,
Uhrevi bir kapı açmış buradan gökyüzüne
Tâ ki geçsin ezeli rahmete ruh orduları...
Mimar Sinan'ın eserlerinde her şey yerli yerindedir. Sadelik içerisinde mükemmellik, ahenk, haşmet... Çok geniş kubbeleri, zarif minareleri, geniş ve ferah yapı tarzıyla, herşey yerli yerindedir Sinan'ın eserlerinde...
Dine hücum edenlere sed oldu
Mimar Sinan eserlerinde dış görünüş yanında içi de ihmal etmemiş, bilhassa camileri; çinilerle hat sanatının en güzel örnekleri ile donatmıştır...
Eserlerinde, işçilerle birlikte çalışan, taş taşıyan, harç karan Sinan, mütevâzi, cömert bir insan ve Rabbinin gösterdiği yolda yürüyen bir mü'mindi. O, gelecekteki iddiaları görmüşçesine, eserleriyle, «Dinin terakkiye mani olduğu» safsatasını çürütmüştü. İlme talib olmuş, aramış, azimle çalışmış ve bütün dünyanın takdirle alkışladığı eserler meydana getirmiştir...
Mimar Sinan'ın eserleri, ilmi teşvik eden son dine hücum eden iftiracıların önünde bir sed, bir kaledir... Bütün hücumlar Süleymaniye'nin eteklerinde güneş önündeki kar gibi erimiştir. Erimeye mahkum bırakmıştır Koca Usta...
9 Nisan 1588'de İstanbul'da fâni hayata gözlerini yuman Mimar Sinan geride dünya malı olarak tek çöp dahi bırakmamıştı... Süleymaniye gibi muhteşem âbidenin kuzey doğusunda, bir mimarın pergelini andıran şekli ile mütevâzi bir türbeye defnedilmiştir. | |
| | | Admin Psc0 AdMiNsTaTöR
Mesaj Sayısı : 487 Kayıt tarihi : 07/08/09 Yaş : 35 Nerden : Türkiye/Bursa
| Konu: Geri: Tarihimize Şan Verenler...!!! Paz Ağus. 09, 2009 1:25 am | |
| Fuzûli
Kültür ve Medeniyet hazinemize eşsiz eserler armağan eden sanatkârlarımızdan birisi de Fuzulî'dir. Edebiyat sahasında dünya çapında şöhrete sahiptir. O'nun meydana getirdiği eserler asırlar boyu dillerden düşmemiştir... Şiir dalında meydana getirdiği eserlerin dünya klasikleri arasında mümtaz bir yeri vardır... Fuzûlî'nin Şiir san'atına kabiliyeti küçük yaşlarından itibaren belli olmuştur. O çok küçük yaştan itibaren diz çöktüğü ilim ve irfan rahle-i tedrisinden aldığı geniş malumatı, ruhundaki İlâhî aşkla yoğurup, san'at potasına dökerek mükemmel bir şekil halinde nesillere cömertçe armağan etmesini bilmiştir. Bu yolda gösterdiği gayret ve Hak âşıklığındaki ihlasıdır ki O'nu unutulmayanlar listesine kaydettirmiştir...
Kısaca hayatına göz atalım: Fuzûlî'nin doğum tarihi hakkında kesin bir rakam söylenememekle birlikte 1480 tarihi civarında Kerbelâ'da dünyaya gelmiştir. Babası Süleyman Efendi Hille Müftülüğü yapmıştır...
Asıl adı Mehmed olan Fuzûlî ilk tahsilini babasının eğitim halkasında yapmıştır. Daha sonra çevrenin meşhur âlimlerinden de dersler almıştır. Kayınpederi Hoca Rahmetullah da ders aldığı âlimler arasındadır...
Kısa zamanda ilim, irfan vadisinde hayli mesafe olan Fuzulî şiire olan kabiliyetiyle, tahsil ettiği ilimleri edebiyatın bu zorlu dalında işlemeye başladığında, devrinin bütün mühim ilimlerini kazanmış hüviyete sahip bulunmaktaydı... Ana lisanı Türkçe'den başka Arapça ve Farsça lisanını da elde etmiş ve lisan bilgisini mükemmel eserler verebilecek derecede ileri seviyeye ulaştırmıştır...
Fuzûlî'nin verdiği eserlerle şöhreti Irak ve İran'dan taşarak Osmanlı topraklarına kadar yayılmıştır. Kanunî Sultan Süleyman'ın 1534'te Bağdat'ı fethetmesi üzerine, bu şanlı padişaha herbiri parlak birer eser olan 5 ayrı kaside takdim etmiş, bu cihangir Osmanlı padişahını methederek fethini alkışlamıştır.
"Geldi burc-ı evliyaya Pâdişâh-ı nâmdâr" diyen Fuzulî, "Kasîde-i der tavsîf-i Bağdad ve medhi Sultan Süleyman" eserinin bu mısrayla aynı
zamanda Bağdad'ın fethi olan H.941 senesine tarih düşürmüştür.
Bağdad'ın fethinden sonra Osmanlı tâbiiyetine giren Fuzûlî'ye Kanunî Sultan Süleyman yakın alâka göstermiş ve maddî bakımdan oldukça fakir olan Fuzûli'ye vakıf gelirlerinden günde 9 akçalık bir tahsilat bağlatmıştır.
1556 yılında Kerbelâ'da vefat ettiğinde ismi 3 kıtaya yayılmış bir şöhrete sahip bulunmaktaydı...
Fikirleri-şahsiyeti
Aklî ve naklî bütün İslâm ilimlerinde geniş malumata sahip Fuzulî, istikrarlı bir İslâmî fikrî yapısı yanında, daha ziyade hissiyatıyla şöhret bulmuştur. O, Cenab-ı Hakkın Kâinatta görünen İlahî san'atı karşısında coşmuş, İlâhî aşkla şekil ve ifade bakımından mükemmel şiirler söylemiştir...
Hak âşığı Fuzulî, cismanî aşktan İlahî aşka yönelen Mecnun gibi kâinattaki bütün mahlukata karşı, Cenab-ı Hakk'ın kudretinin birer tecellileri olması sebebiyle, san'atların san'atkâr-ı hakikisine olan aşkını dile getirmiştir... Sahada Mecnun'u geçtiğini söyleyen Fuzulî şöyle demektedir.
Mende Mecnun'dan füzûn (fazla) âşıklık isti'dadı var.
Âşık-ı sâdık menem Mecnûn'un ancak adı var.
Fuzulî İlahî aşkın hasretlisidir. Aşk belasıyla tanışmak ve onunla arkadaş olmak istemekte ve bunun için Cenab-ı Hakka yalvarmaktadır.
"Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl aşna beni
Bir dem belâ-yı âşkdan etme cüda beni" der...
Gönlü aşk ateşiyle tutuşan Fuzûlî bu aşkı gizlemeye tahammül gösterememekte, güç yetirememekte ve bülbül gibi feryâd etmektedir.
"Şeb-i hicran yanar canım döker kan çeşm-i giryânım
Uyarır halkı efganım kara bahtım uyanmaz mı...
Fuzûli rind-i şeydâdır hemîşe (dâima) halka rüsvâdır
Sorun kim bu ne sevdadır bu sevdadan usanmaz mı"
Fuzûlî İlâhî aşkı açıklamasından kendisi de hoşnud değildir.
Şöyle der:
Ah ü feryadın Fuzûli incidübdür âlemi
Ger belâ-yı aşk ile hoşnûd isen gavgâ nedür"
der..
Fuzulî Münacaatlarıyla Cenab-ı Hakka yalvarırken, Na'tlarıyla da "Hatemü'l Enbiya'ya" karşı muhabbetini dile getirmektedir. En meşhur Naatlarından biri olan "Su Kasidesi"ndeki,
Yâ Habib-Allah Yâ Hayrel-beşer müştâkınem
Eyle kim leb-i teşneler yanub diled, hemvâre su
Sensin ol bahr-i keramet kim şeb-i mi'râcda
Şebnem-i feyzin yitürmüş sabit ü seyyare sû
beyitlerinde olduğu gibi yanık bir ifadeyle hislerini terennüm eder. Su kasidesinden birkaç beyit daha görelim dilerseniz:
Dest bûs-ı arzusuyla ölürsem dostlar
Göze ilk toprağım sunun ânınla yâre su
Serv-i serkeşlik kılur kamer-i niyazından meğer
Dâmenin duta ayağına düşe yalvâre su
Tıynet-i pâkine rûşen kılmış ehl-i âleme
İktida kılmış tarîk-i Ahmed-i Muhtara su
Zerre zerre hâk-i dergâhına ister sala nur
Dönmez ol dergâhdan ger olsa pare pare su
Zikr-i nâ'tın virdini derman bilür ehl-i hata
Eyle kim def-i humar içün içer miyhvare su
Çeşme-i hurşidden her dem zilâl-ifeyz iner
Hacet olsa meraktan tecdid eden mîmâre su
Fuzulî san'atının kıymetini müdriktir.
"Yümn-i nd'tından güher olmuş Fuzûlî sözleri
Ebr-i nisandan dönen tek lü'lü-i şehvâre su"
demektedir.
Kasidenin sonunda maksadını ifade etmektedir:
Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrum olmıyam
Çeşme-i vasim verüben teşne-i didâre sû
Fuzulî düzgün ve muntazam şiirden hoşlanmakta ve san'atta mükemmelliği aramaktadır. Gençlik devrinde aradığı mükemmelliği yakaladığı andan itibaren Fuzûlî mahlasını kullanmağa başlamıştır. O, titiz bir emeğin mahsulü eserlerinin diğer şairlerin-kinden ayırt edilmesi için hiç kimsenin kullanmaya cesaret edemeyeceği bir mahlas seçmiştir. Fuzulî bu mahlası alırken aynı zamanda "fazl"ın çokluk şeklini de kastetmiştir. Yani, faziletlere sahip kimse mânasına Fuzulî'yi de kastetmiştir...
Ciddiyetli bir şahsiyete sahip olan Fuzulî aynı zamanda son derece tevazu sahibiydi. Eserlerindeki mükemmelliği anlayıp bunu açıklaması, övünmeden çok divan edebiyatı geleneğindendir...
Gazel, kaside ve mesnevilerinde fikirlerini mahir bir kuyumcu hassasiyetiyle beyitlere nakşeden Fuzulî, güzel söz ipliğine inci gibi kelimeler dizerek san'at pazarına çıkarmıştır.
O'nun şikayet ve tenkitleri bile san'atlıdır. Yazılış ve mâna yakınlığı olan kelimeleri ustalıkla kullanır.
Yanlışlık yapmayı alışkanlık haline getirmiş katipleri, şöyle tenkit eder:
Kalem olsun eli ol kâtib-i bed-tahrirün
Ki fesâd-i rakamı, sûr'umuzı (şenlik) sûr
(şamata) eyler
Gah bir harf sükutiyle kılur nâdir'i nâr
Gah bir nokta kusûrıyle göz'ü kör eyler
İslamî yazı göz önüne alındığında bu beyitlerde ifade edilmek istenen mâna daha iyi anlaşılacaktır...
Eserleri
Türkçe, Arapça ve Farsça olmak üzere üç dilde de eser veren Fuzulinin eserlerini şu şekilde sıralayabiliriz.
Türkçe manzum eserleri: Divan, Beng ü Bade, Leylî vü Mecnûn, Kırk Hadis
Türkçe mensur eserleri: Hadîkatü's-Suadâ, Mektuplar
Arapça eserleri: Dîvan (manzum), Matlau'1-itikad (mensur)
Farsça manzum eserleri: Dîvan, Heft-câm (sâkinâme), Enîsü'1-kalb, Muammeyât
Farsça mensur eserleri: Rind ü zâhid, Hüsn ü Aşk | |
| | | Admin Psc0 AdMiNsTaTöR
Mesaj Sayısı : 487 Kayıt tarihi : 07/08/09 Yaş : 35 Nerden : Türkiye/Bursa
| Konu: Geri: Tarihimize Şan Verenler...!!! Paz Ağus. 09, 2009 1:25 am | |
| Bakî
Bâki Osmanlı medeniyetinin bütün dünyayı ihtişam güneşiyle aydınlattığı 16.asırda yükselen Dâvudî bir sestir. Öyle bir ses ki, aradan dört asır geçmesine rağmen âhenginden ve gürlüğünden hiçbirşey kaybetmeden günümüze kadar ulaşmıştır. O bu kubbede hoş şada bırakarak ebediyete göçmüş büyüklerimizdendir. Şöyle der Bakî: "Âvâzeyi bu âleme Dâvud gibi sal
Baki kalan bu kubbede bir hoş şada imiş"
Bakî, hayatı boyunca gösterdiği gayretlerle gelecek nesillere örnek olmuştur.
1526 yılında İstanbul'da fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Bakî, fakirliğin çalışmaya ve yükselmeye mani bir hal olmadığını hayatıyla isbat etmiştir. Babası Fatih Camii müezzinlerinden Mehmed Efendidir. Babası küçük Mahmud Abdülbâki'yi ailedeki geçim sıkıntısı yüzünden saraç çıraklığına vermiştir. Fakat geleceğin Bâki'si ilim tahsili aşkını bir türlü kalbinden söküp atamamıştır. Bir müddet ailesinden gizli olarak Fatih medresesine devam etmiş ve hocalarının güzide talebesi olma başarısını göstermiştir. Daha sonra mesele anlaşılınca ailesi okumasına izin vermiş, Abdülbaki de yeni bir şevkle tahsiline devam etmiştir.
Devrin meşhur müderrislerinden Karamanlı Ahmed ve Mehmed Efendilerin ilminden istifade eden Baki, 1552'den itibaren de Süleymaniye Müderrisi Kadızâde Şemseddin Ahmed Efendi'nin derslerine başlamıştır.
Bir taraftan ilim tahsil ederken diğer taraftan da şiirle uğraşan Bakî, henüz 19 yaşındayken İstanbul'da genç şairler arasında şöhret kazanmış bulunmaktaydı. Öyle ki devrin ve edebiyatımızın meşhur şairlerinden Zatî, her fırsatta bu genç şairi övmektedir. Hatta Baki'nin bir şiirini genişleterek gazel haline getirmiş ve divanına almıştır. Bunu kınayanlara karşı şöyle diyordu Zatî:
"Bakî gibi bir şâirin şiirini almak ayıp değildir".
Kanunî Sultan Süleyman'ın hususi iltifatını da gören Bakî, Padişanla sık sık sohbet etme imkanını da bulmuş ve "Muhibbi" mahlasıyla şiirler yazan padişahın gazel ve kasidelerine nazireler yazmıştır.
Henüz hayattayken "Sultanüş'şuâra" sıfatına layık görülen Bakî, II.Selim ve III.Murad devirlerinde de büyük alâka görmüş ilim ve san'at adamıdır.
Tahsilini tamamladıktan sonra Devlet hizmetinde çeşitli kademelerde vazife yapmış olan Baki'nin, hayatının iniş ve çıkışlarla dolu bu safhasına kısaca göz atalım:
1555'te Halep kadılığına tayin olunan hocası Şemseddin Ahmed efendiyle birlikte Halep'e gitti ve 1559'da hocasıyla birlikte İstanbul'a döndü. 1561'de danişmend oldu. Daha sonra Silivri Pîri Paşa medresesine, oradan da Murad Paşa medresesine tayin oldu. 1569'da Mahmud Paşa, 1571'de Eyyub, 1573'de Sahn, 1575'de Süleymaniye müderrisliği yaptı.
Baki'nin müderrislikten sonra kadılık hayatı başlar. Sırasıyla Mekke, Medine, İstanbul kadılığına tayin edildi. 1585'te Anadolu, 1591'de de Rumeli Kazaskeri oldu.
1600 yılında İstanbul'da Hakkın rahmetine kavuşan Baki memuriyet hayatı boyunca da başarılı bir şekilde hizmet vermiştir.
San'atı ve şahsiyeti
Baki, sadece 16.Asrın değil bütün asırların mümtaz san'atkârları arasında yer almıştır. Geniş bir ilme ve ebedî kültüre sahip olan Bakî ince bir zevkle, hassasiyetle seçtiği kelimelerle nazmı mücevher gibi işlemiş ve nazım diline yeni bir ahenk, yeni bir akıcılık getirmiş, nazım tekniğini mükemmelleştirmiştir. Kusursuz bir şekil güzelliği taşıyan şiirleri aynı zamanda kulakta hoş tesirler bırakan cazip musikisiyle de edebiyatımızda ayrı bir yer tutmaktadır.
Bakî çok yazmaktan ziyade "iyi" yazmaya dikkat etmiş, san'ata saygı göstererek söylediğini mükemmel söylemek istemiştir. Şöyle diyordu Bakî:
"Çoğ olmaz bu tarza gazel Bâkiyâ
Güzel söz güherdür güher az olur."
Kibar, zarif tabiatlı Bakî, devrinde dilden dile dolaşan şiirleriyle, sadece İstanbul'da değil Anadolu'nun pek çok yerlerinde tanınıp seviliyordu. Fakat o "sultanu'ş-şuâra" tacı başına konulmasına rağmen asla tevazuu elden bırakmıyordu. O gururun insanları perişan eden nefis aldatması olduğunu biliyor ve bunu şöyle ifade ediyordu:
"Saltanat tacın giyen âlemde mağrur olmasun
Nice sultan börkin almışdur begüm bâd-ı hazan"
(Beyim! Bu dünyada saltanat tacı giyenler asla mağrur olmasın! Çünkü hazan rüzgarı nice sultan başlığını ve başını alıp götürmüştür.)
Tevazuu yanında ciddiyetin de insana mükemmellik kazandıran değerlerden olduğunu bilir ve bunu hayatına tatbik der.
Bakî şöyle demektedir:
Boş eğmezüz edâniye dünyâyı dûn içün
Allahadır tevekkülümüz itimâdımız
Biz müttekâyı zerkeş-i câhe dayanmazız
Hakkın kemâl-i lutfunadır istinadımız
Zühd ü salâha eylemezüz iltica hele
Tutdu eğerçi âlem-i kevn'i fesadımız
Minnet Hudâya devlet-i dünya fena bulur
Baki kalur sahife-i âlemde adımız"
Hakkın lutfuna dayanan ve sadece Hakka minnet etmeyi prensip edinen Baki bu prensibi yüzündendir ki hayatta muvaffak olmuştur.
Şair Baki'nin sanatının en güzel örneklerinden birisi de, Padişah'ın vefatı üzerine kaleme aldığı "Kanuni Sultan Süleyman Mersiyesi'dir. Mersiyenin en güzel kısımlarından olan altıncı bendinde şöyle demektedir Bakî:
Tiğın içürdi düşmene zahm-i zebanları
Bahs etmez oldı kimse kesildi lisanları
Gördi nihâl-i serv-i serefrâz-ı nîzeni
Serkeşlik adın anmadı bir dahi banları
Her kande bassa pâyı semendün nisâr içün
Hanlar yolunda cümle revân etdi kanlan
Deşt-i fenada mürg-i hevâ durmayub döner
Tigın Huda yolunda sebil etdi canları
Şemşir gibi rûyı zemine taraf taraf
Saldun demir kuşaklı cihan pehlivanları
Aldun hezâr bütgedeyi mescid eyledün
Nâkûs yerlerinde okutdun ezanları"
Eserleri
Baki'nin başlıca eserleri şunlardır:
Divan: Devrinde çok miktarda istinsah edilip Osmanlı topraklarına yayılmış olan divanında 4508 beyit bulunmaktadır.
Faza'il-cihad: Müslümanları cihada teşvik eden bu eseri, Ahmed b.İbrahim'in eserinden tercüme etmiştir.
Hadîs-i erbain tercümesi: Şihâbeddin Ahmet b.Hatib el Kastalani'nin eserini esas tutarak yazmış olduğu siyer-i nebi.
Fazâ'il-i Mekke: 16.Asır müelliflerinden Kutbeddin Muhammed b.Ahmed'in eserinin tercümesidir.
Vefatında cenaze namazı Fatih'te, şeyhülislam Sun'ullah Efendi tarafından kıldırılan Baki, sanki mümtaz insanların başına gelen akıbeti görür gibi söylediği şu beyt, yine şeyhülislam tarafından tabutunun başında okunmuştur:
"Kadrini seng-i musallada bilüp ey Bakî
Durup el bağlayalar kurşuna yaran saf saf
Kalabalık bir cemaatın iştirakiyle kılınan cenaze namazından sonra, Edirnekapı dışında, Eyüpsultana giden yol üstünde Lâliefendi çeşmesi yakınında bulunan mezarlığa defnedilmiştir. | |
| | | Admin Psc0 AdMiNsTaTöR
Mesaj Sayısı : 487 Kayıt tarihi : 07/08/09 Yaş : 35 Nerden : Türkiye/Bursa
| Konu: Geri: Tarihimize Şan Verenler...!!! Paz Ağus. 09, 2009 1:25 am | |
| Turgut Reis
Avrupalılar 16. Asırda Dragut ismini duyduklarında korkudan titriyorlardı. Onlar, Trablusgarb fâtihi, Preveze ve Cerbe deniz muharebelerinin muzaffer amirali, Akdeniz'in hâkimi şanlı denizcimiz Turgut Reis'e Dragut ismini vermişlerdi. Donanmasının başında Akdeniz'de görülmeye başladığında bütün Avrupalıları bir telaştır alıyordu. Gelen Turgut Reis'ti. Osmanlı Devleti'nin şanlı amirali, yenilmez denizci, Haçlı donanmalarının korkulu rüyası...
Osmanlı Devletine harp ilan eden İspanya'nın harp ve ticaret gemileri Akdeniz'de seyredemiyorlardı. Çünkü Turgut Ris, donanması ve şehadet kuşağını kuşatmış serdengeçti leventleriyle her an karşılarına çıkabilirdi.
Turgut Reis, Katalonya, Balear, Sardunya, Sicilya, Korsika, Güneybatı İtalya kıyılarını vuruyor, İslam düşmanlarının yüreklerine korku salıyordu.
Turgut Reis Akdeniz'i bir göl haline getiren şanlı bir devletin kahraman bir kaptanıydı. Mevki, makam, şöhret ve dünyalığa beş para ehemmiyet vermeyen, din için, devlet için, halkın huzuru için canla başla çalışan mütevazi, vakur bir yiğitti.
Cihadla dolu hayatı
Turgut Reis 1485 yılında Muğla'nın bir köyünde dünyaya gelmiştir. Babası Veli isminde çobanlık yapan bir zattı. Turgut'un gözü daha küçük yaşından beri denizlerdeydi. O, hikayelerini dinlediği, küffâra denizlerde de aman vermemek için canlarını ortaya koyan leventlerin arasına karışmak istiyordu.
Henüz çocukluk çağlanndaki Turgut, levent olarak Osmanlıya ait kadırgalarda çalışmaya başlamıştır. Az zamanda gözü pekliği, zekası ve mahareti ile dikkatleri çekmiştir.
Oruç, daha sonra Barbaros Hayreddin Paşa Turgut Reis'i yanlarına aldılar. Hayreddin Paşa'nın yanında kaptan olarak bulunan Turgut Reis oldukça maceralı bu hayati da kendi açısından sıradan bulmuştur.
Zaptettiği Avrupa ülkelerine ait gemilerle güçlenen filosunu Batı ve Orta Akdeniz'de dolaştırıp İslam düşmanı devletlerin gemilerini avlamaya başlamıştır. Ancak, ihtiyaç halinde Cezayir'e gelerek Barbaros'un donanmasına katılmaktadır.
Bütün Akdeniz sahilleri Turgut Reis'in korkusuyla titremektedir. Hayreddin Paşa İstanbul'a gittiğinde Turgut Reis'i de beraberinde götürmüş, on dokuz amiralinden biri olarak Kanuni'ye takdim etmiş, Kanuni de kendisine Bahriye sancakbeyliği unvanıın vermiştir. Turgut Reis mevki ve makam sevdalısı değildi. Riya'dan, gösterişten, yapmacık hareketlerden nefret ederdi. Hakkı olsa bile istemek mizacına aykırıydı. Protokolden hoşlanmıyordu. O sedece hizmeti düşünüyordu, dinine, devletine, milletine hizmeti... Denizcilik tarihimizin bu şanlı kaptanı hayatı boyunca uğradığı haksızlıklara bu yüzden ehemmiyet vermemişti.
Barbaros'un vefatından sonra herkes onun Kaptan-ı Derya olacağını ümit ediyordu. Çünkü ondan daha layık bir kimse görülmüyordu. Fakat olmadı... Kendisi de istemedi...
Turgut Reis'in macera dolu hayatından bazı bölümlere göz gezdirelim:
Turgut Reis'in hayatında üç yıllık bir esaret devresi vardır. 1531 yıllarında Korsika'nın kuzey kıyısındaki Jiralana koyunda Salih Reis'le birlikte bulunurlarken Gianetino Doria kumandasında 80 parçalık donanma tarafından sarılır. Dövüşürler, fakat neticede Salih Reis'le birlikte esir düşerler. Üç yıl forsa olarak esir kalır.
En değerli arkadaşlarını düşman elinden kurtarmak için Cenova şehri önlerine gelen Barbaros, arkadaşları teslim edilmediği takdirde şehirde taş üstünde taş, omuz üstünde baş koymayacağını söyler. Neticede Barbaros'un dediğini yapacağını ören Cenovalılar Turgut ve Salih Reisleri Barbaros'a teslim ederler.
Turgut Reis 28 Eylül 1538'de kazanılan Preveze Zaferinde mühim rol oynamıştır. Bu meşhur deniz muharebesinde Turgut Reis ihtiyat filosuna kumanda etmiştir. Kesin darbe vurulacağı zaman, düşmanın geri hatlarına sızarak kaçmak isteyen Haçlı gemilerini top ateşiyle batırmıştır. Turgut Reis'in hücumları kesin neticenin alınmasını sağlamıştır. Turgut Reis, Düşman gemilerini gece de takip etmiş ve yaralı düşman gemilerini zaptetmiştir.
Tarihimizin mühim zaferlerinden olan 5 Ağustos 1552'de kazanılan Fonza ve 14 Mayıs 1560'ta kazanılan Cerbe zaferi Turgut Reis'in ustaca kumandası ve kahramanlığıyla kazanılmıştır.
Turgut Reis'in üssü Tunus'un güneyindeki Cerbe adasıydı. Zamanla bütün Güney Tunus'u ele geçirmiştir. Sefere çıkan Turgut Reis İspanya ve İtalya'ya ait sahillerdeki yerleşim merkezlerini teker teker ele geçirmektedir. Perişan olan Haçlı dünyası bütün imkânlarını kullanarak Turgut Reis'i ele geçirmeye çalışmışlardır.
Güney İtalya ve Sicilya kıyılarını yakarak Cerbe adasına dönen Turgut Reis'i ele geçirmek isteyen Andrea Doria 150 Parçalık gemi ile yola çıkar. Turgut Reis'in adada 12 parçalık harp gemileri vardır. Diğer gemileri seferdedir.
Doria adayı kat kat çembere alarak kuşatır. Kendisine göre Tugut Reis'in kaçması imkânsızdır. Bu Cenevizli kumandan etrafa haber salarak İtalyan Asilzadelerinin gelmelerini, Turgut Reis'i ele geçirmesini seyretmelerini ister.
Çepeçevre kuşatılan Turgut Reis, Fatih'in İstanbul kuşatmasında yaptığını yapmak ister. Düşmanın aklının ucundan bile geçiremeyeceği bir harekete girişir. El-Kantara deresinin sonu ile Cerbe adasının arka kıyısı arasına, ormandan kestirttiği kerestelerle kızak döşetir. Bilahare üzerine bol yağ döktürdükten sonra yerli halkın da yardımıyla gemileri kızaklar üzerinden çektirerek Adanın güney kıyısına indirir.
Doria İtalya'dan gelecek seyirci asilzadeleri bekleyedursun Turgut Reis Akdeniz'e açılır ve yakalanışını seyretmeye gelen İtalyan ve İspanyol asilzadeleriyle dolu bir gemiyi esir alır. Durumu öğrenen Doria müthiş şaşınr. Bu hadiseden sonra Turgut Reis'in Avrupa'daki şöhreti daha da artmaya başlar.
Trablusgarb'ın fethi
Osmanlı hakimiyetinde bulunan Libya'nın iç kısımlara ile Bingazi'nin emniyeti için Trablusgarb kıyılarının ele geçirilmesi lüzumlu hale gelmişti. Trablusgarb kıyılan Saint-Jean şövalyelerinin elindeydi. Ve bu kısım Osmanlı donanmaları için de bir tehlike teşkil ediyordu.
Trablusgarb'ın ele geçirilmesine karar veren Kanuni, Donanmayı Hümâyûnun bu sefer için yola çıkmasını ister. Donanmaya Turgut Reis kumanda edecektir. Kaptan-ı Derya Sinan Paşa da donanmada bulunmaktadır.
Bahsettiğimiz gibi Turgut Reis mevki, makam peşinde değildi. Onun için hizmet esastı. Nitekim en layık kendisi olduğu halde Kaptan-ı Deryalık önce Sinan Paşa'ya ardından Piyale Paşa'ya verilmişti. Protokolden hoşlanmayan Turgut Reis'ten ürken bazı devlet adamları onun Kaptan-ı Derya olmaması için çalışmışlar ve bu hususta padişahı ikna etmişlerdi. Fakat Kanuni, gerek Sinan Paşa'ya gerekse Piyale Paşa'ya talimat vererek Turgut Reis'in dediklerine harfiyyen uymalarını istemiştir.
Yanında yetişen kaptanların yüksek makamlar alması, kendisine hâlâ bir makam verilmeyişi Turgut Reis'in umurunda değildi. Fakat Kanunî Trablusgarb fethedildiği takdirde Turgut Reis'i Beylerbeyi yapacağını söylemişti.
Trablusgarb Turgut Reis'in donanmayı maharetle idare etmesi sayesinde 15 Ağustos 1551'de fethedilir. Kaptan-ı Derya Sinan Paşa, Murad Ağa'yı Trablusgarb Beylerbeyi ilan eder. Devletine ve Devlet nizamı içerisinde işleyen hiyerarşiye bağlı olan Turgut Reis tek kelimeyle dahi olsun itiraz etmez.
Filosunu alarak Trablusgarb'tan ayrılır. Bir de bakar ki bütün Donanmayı Hümayun peşinde... Amiraller, Kaptan-ı Derya Sinan Paşa'yı karada bırakarak Turgut Reis'in peşine takılmışlardır. Turgut Reis amirallere bu hareketlerinin isyan demek olduğunu, geri dönmelerini söylediğinde onlar geri dönmeyeceklerini ve kendisinden başka Kaptan-ı Derya tanımayacaklarını söylerler. Sinan Paşa da Turgut Reis'e yalvararak gitmemesini rica etmektedir. Devletin menfaatini düşünen Turgut Reis gitmekten vazgeçer, amiraller de Turgut Reis'in kumandası altında İstanbul'a dönmeye razı olur.
Hayatında kendisi için Padişah'a bir defa bile müracaat etmemiş olan Turgut Reis sadece Padişah'ın sözünü yere düşürmemek için müracat ederek Kanuni'ye verdiği sözü hatırlatır. Kanunî Turgut Reis'i çok sevmektedir. 1556'da kendisini Trablusgarb Beylerbeyi olarak tayin eder. Turgut Reis şehadetine kadar bu vazifede kalır.
Beylerbeyi olduktan sonra Trablusgarb şehrini baştan başa imar ettirir, pek çok eserler yaptırır, camiler inşa ettirir.
Turgut Reis ilerlemiş yaşına rağmen seferden sefere koşmaktadır. 17 Ağustos 1553'te Korsika'yı fetheder. 1555 yılında da İtalyanlara ait Reggio şehrini zapteder.
Piyale paşa ile birlikte Fransa'yı İspanya'ya karşı koruma seferlerine çıkar. İspanya'nın tehdidi altında bulunan Fransa, Kanuni'ye elçi göndererek yalvarıp yakarmış, İspanya'ya karşı korunmalarını istemiştir. İspanya'nın nüfuzunun genişlemesini istemeyen Kanuni de Fransa'nın imdadına donanmayı göndermiştir.
Turgut Reis ve Piyale Paşa, 1557'de Bizerte limanını, 1558'de Balear adalarım fethederler. Yine birlikte Cerbe zaferini kazanırlar.
Malta Seferi ve Turgut Reis'in şehadeti
Saint-Jean şövalyelerinin elindeki Malta Akdeniz üzerinde Haçlı dünyasının bir kalesi olarak durmaktadır. Turgut Reis burası ele geçirilmedikçe Akdeniz'de rahatsız edilmeye devam edileceklerini görerek Divan-ı Hümayun'u Malta fethine zorlamaktadır. Kendisi de, 1540, 41, 44, 46, 47 ve 1551'de olmak üzere adaya altı sefer yapmış fakat çok muhkem olan kaleleri ve yalçın kayalıklar yüzünden adayı ele geçirememişti.
Divan-ı Hümayun netice'de Malta seferine karar vermişti. Mustafa Paşa kara ordularının, Piyale Paşa donanmanın başına getirilmiş ve l Nisan 1565'te İstanbul'dan uğurlanmıştır. Divan her iki Paşa'ya kesin talimatını vermiştir: "Zinhar Turgutça Paşa'nın reyine muhalefet etmeyiniz!"
19 Mayıs 1565'te Malta önlerine gelen Donanmayı Hümayun derhal adayı kuşatır. Mustafa Paşa, Piyale Paşa'nın muhalefetine ve Turgut Reis gelinceye kadar hiçbir harekette bulunmama teklifini ileri sürmesine rağmen karaya asker çıkartır ve muharebeye başlar. 2 Haziran 1565'te Malta önlerine gelen Turgut Reis Mustafa Paşa'nın hareketine kızar. Çünkü kendisi yıllardır bu adayı taş taş incelemiştir. Zayıf tarafın neresi olduğunu bilmektedir. Fakat yine de harp taktiği açısından başlanılan muhasaranın kaldırılmasını uygun görmez. Çünkü böyle bir hareket düşmana moral verecektir.
Turgut Reis 80 yaşında olmasına rağmen en ön saflarda hücum etmekte, getirdiği tekbirlerle, naralarla askerlere şevk vermektedir. 17 Haziran 1565 günü yine şiddetli bir muharebede en ön saflarda vuruşurken başına isabet eden bir şarapnel parçasıyla yaralanır. Ak sakalı kana bulanın Bilahare de son nefesini vererek şehadet şerbetini içer.
Yalnız bizim tarihimizin değil, bütün dünya tarihinin şahit olduğu eşsiz amirallerden olan Turgut Reis, Trablusgarb'a götürülerek oraya defnedilmiştir. Şimdi aynı yerde türbesinde yatmaktadır. Malta'da Turgut Reis'in şehit düştüğü yere hâlâ Pointe Dragut, yani Turgut Burnu denilmektedir. | |
| | | Admin Psc0 AdMiNsTaTöR
Mesaj Sayısı : 487 Kayıt tarihi : 07/08/09 Yaş : 35 Nerden : Türkiye/Bursa
| Konu: Geri: Tarihimize Şan Verenler...!!! Paz Ağus. 09, 2009 1:25 am | |
| Pîrî Reis
Pîri Reis, Devletin bayrağını denizlerde şerefle dalgalandırmış denizci olması yanında, denizcilik ilmiyle bütün dünyanın takdirini kazanmış değerli bir âlimimizdir. Yaptığı Dünya ve Amerika haritasıyla, yazdığı eserleriyle, asırlar boyu ilim alemince takdirle yâdedilmiştir. Asıl ismi Ahmed Muhiddin olan Pîrî Reis, 1465'te Gelibolu'da doğmuştur. Babası Hacı Mehmed Efendi'nin nezaretinde tanınmış hocalardan ders gören Ahmed Muhiddin 11 yaşında dayısı Kemal Reis'in yanında çırak denizci olarak denizlere açılmıştır. Pîri Reis'in ölünceye kadar devam edecek denizcilik hayatı böylece çocukluk çağında başlamıştır. O hem denizlerde harp edecek, hem de ilim tahsil ederek kendisini yetiştirecektir...
Kemal Reisle Birlikte Akdeniz ve Ege'de dolaşarak düşmana aman vermeyen Piri Reis, Osmanlı Devleti'nin hizmetine girerek bu şanlı Devletin bayrağını denizlerde şerefle dalgalandırmıştır.
Pîrî Reis, Endülüs'teki Müslümanların İspanyollarca katledilmesi üzerine Kemal Reisle birlikte Endülüs Müslümanlarının yardımına koşmuş, 1486'da İspanya sahillerinden gemilerine bindirdikleri müslümanları Afrika'ya taşımıştır. Bu hizmetleri altı sene devam etmiştir.
II.Bayezit'ın daveti üzerine dayısıyla birlikte İstanbul'a giden Pîrî Reis'e padişah, Amirallik rütbesi vermiştir.
Pîri Reis dayısıyla birlikte 1498'de başlayıp 1502'ye kadar devam eden Osmanlı-Venedik harbine de katılmıştır.
Pîrî Reis, dayısıyla birlikte Sicilya, Korsika, Sardunya ve Fransa kıyılarına yapılan akınlara iştirak etmiştir. 1500'de Modon kalesinin denizden kuşatılmasında "Reis" unvanıyla harp gemisine kumandanlık etmiştir.
Kemal Reis'in 1511'de vefatı üzerine Barbaros'un idaresi altındaki donanmada vazife olan Pîri Reis, bu namlı denizcinin pek çok seferine iştirak etmiştir.
Pîrî Reis 1516 ve 1517'de Suriye ve Mısır'ın Yavuz Sultan Selim tarafından fethedilişi harekatına donanmasıyla katılarak değerli hizmetlerde bulunmuştur. Pîri Reis haritalarını Yavuz Kahire'de iken padişah'a takdim etmiş ve çok takdir görmüştür.
Mısır seferinden sonra Gelibolu'ya dönerek hayatını ilme veren Pîrî Ris, Kanuni devrinde Rodos seferine katılmıştır.
Tamamladığı değerli eseri "Kitab-ı Bahriye"yi 1527'de Sadrazam İbrahim Paşa vasıtasıyla Kanuni'ye takdim eden Pîrî Reis, ilme âşık padişah tarafından mükafatlandırılmış ve teşvik görmüştür.
Kanunî tarafından 1547'de Hind (Mısır) kaptanı Deryalığına atanan Pîri Reis bu vazifesinde devlete büyük hizmetlerde bulunmuştur.
Bu vazifede iken 1551'de Aden'i fethetmiş, Maskat kalesini ele geçirmiştir.
Basra'da iken Portekiz donanmalarının Basra Körfezine gireceğini haber alınca üç kadırga ile denize açılmış fakat gemilerinden birisi Bahreyn adaları yakınında parçalanarak batmıştır. Pîri Reis'in bu geri çekilişi ve Basra'daki donanmayı amiralsiz bırakılişi onu çekemeyenlerin elinde iyi bir koz olmuştur. Mısır Valisi tarafından aleyhine bir raporla Kanuni'ye şikayet edilmiş ve bu şikayet üzerine, donanmayı düşman tecavüzü karşısında müdafaasız bırakıp vazifeyi yerine getiremeyerek devlet otoritesine gölge düşmesine yol açmaktan dolayı Kanuni'nin emriyle Mısır Divanında 1554'te boynu vurulmuştur...
Hayatını devlet hizmetine ve ilme adayan Pîrî Reis 16.Asrın en büyük coğrafya âlimidir. İtalyanca, İspanyolca, Rumca ve Portekizce bilen Piri Reis bu dillerdeki coğrafyaya dair eserleri araştırmıştır.
Başlıca eserleri şunlardır:
Kitab-ı Bahriye: 858 büyük sayfa tutan denizciliğe ait bu değerli eserinde 223 harita bulunmaktadır. Piri Reis bu eserinde Akdeniz'i kayalarına ve akıntılarına varıncaya kadar en ufak ayrıntıları haritalar vasıtasıyla göstermiştir. Kitabın 78 sayfası da nazım şeklinde kaleme alınmıştır.
1513'te yaptığı Amerika ve Dünya haritası dünyadaki ilim adamlarınca hayretle ve takdirle karşılanmıştır. Çünkü Pîri Reis asırlar öncesinin sınırlı imkanlarına rağmen haritayı hayret verici doğrulukta çizmiştir. Bu haritasıyla Pîri Reis coğrafya ilminde Avrupalılardan çok üstün olduğunu isbat etmiştir.
1528'de yaptığı, Atlas Denizinin kuzeyini, Amerika'nın kuzey sahilini ve Grönland'dan Florida yarımadasına kadarki sahili gösteren haritası da çok değerlidir.
Pîrî Reis, Avrupalılar henüz Ortaçağın karanlıklarında yuvarlanırken, Galilei'yi "Dünya Dönüyor" dediği için 1633 tarihinde Engizisyon Mahkemesine çıkarıp başını uçurmak isterlerken, dünyanın yuvarlak olduğunu söylüyor, dünya haritası yapıyordu. Amerika kıtasının keşfinin üzerinden çeyrek asır geçmeden Amerika'nın haritasını yapıyordu.
Piri Reis'in dünyanın yuvarlık olduğunu söylediği yıllarda Macellan'ın henüz dünya turuna çıkmadığı (dünya turu 20 Eylül 1519'da başlamış ve Macellan'ın kaptanları tarafından 6 Eylül 1522'de tamamlanmıştır) hatırlanırsa, Pîrî Reis'in coğrafya ilmi bakımından Avrupalılardan ne kadar ileride olduğu açıkça görülür.
Kendi değerlerimize sahip çıktığımızda ilimde ve fende Avrupalıları fersah fersah geçeceğimizin delillerinden birisi de Pîrî Reis'dir. | |
| | | Admin Psc0 AdMiNsTaTöR
Mesaj Sayısı : 487 Kayıt tarihi : 07/08/09 Yaş : 35 Nerden : Türkiye/Bursa
| Konu: Geri: Tarihimize Şan Verenler...!!! Paz Ağus. 09, 2009 1:25 am | |
| Tiryaki Hasan Paşa
Tiryaki Hasan Paşa, bereketli ömründe kazandığı zaferlerle, idare ettiği savaşlarda gösterdiği orijinal harp taktikleri ve ordusunu sevk ve idare edişiyle dünya askerlik tarihinin en şanlı kumandanları arasında yer alan büyüğümüzdür. Hayatını "İ'la-yı kelimetullah"a adamış olan Hasan Paşa, bu mukaddes ideal uğruna katıldığı mücadelelerden her zaman galib ayrılmıştır. Düşman kuvvetleriyle mücadelede, maddî kuvvetten ziyade manevî kuvvetin ehemmiyetini ve inanç yönünden kuvvetli kişilerin koca ordulara karşı çıkıp onları perişan edebileceklerini bizzat göstermiş ve bu hakikati gelecek nesillerin nazarlarına sunmuştur.
Yaklaşık olarak 1521 yıllarında dünyaya gelen Hasan Paşa, genç yaşta Enderun'a girmiş ve saray okulunda iken kabiliyeti ve zekası ile dikkati çekmiştir.
Enderun'daki tahsilini ikmal eden Hasan Paşa 1574'ten itibaren bir müddet sarayda Sultan III. Murad'ın yanında hizmet vermiştir. Ardından Macaristan'da bir hudut sancağı olan Zigetvar'da yirmi sene beylik yapmıştır. Harikulade cesareti, mertliği, kahramanlığı ve dindarlığı ile tanınmış ve devrin idarecilerince her zaman takdirle hatırlanmıştır.
1594'te Bosna Beylerbeyi olan Hasan Paşa buradan da kendi arzusu üzerine Kanije Kalesi komutanlığına getirilmiştir. Bu vazifede iken, kale, büyük düşman kuvvetlerince kuşatılmış ve bu muhasara esnasında gösterdiği kahramanlıkla tarihimize şan vermiştir.
Hasan Paşa'yı yakından tanımak için Kanije kuşatmasına ve bu kuşatma esnasında yapılan müdafaaya göz atmak lazımdır.
Kanije müdafaası
Müstakbel Almanya imparatoru Arşidük Ferdinand yüz bin kişilik ordusuyla Kanije önlerine gelmiştir. Ordusunda Almanlardan başka İtalyan, Papalık, İspanyol, Malta ve Fransız birlikleri de vardı. Bu ordu, yeni bir haçlı ordusuydu adetâ... Ayrıca orduda 47 ağır top vardı.
Bu kuvvetlerin karşısında; Kanije Beylerbeyisi Tiryaki Hasan Paşa kumandasındaki dokuz bin asker ve yüz küçük kale topu ile kalplere sığmayan coşkun bir iman vardı.
9 Eylül 1601'de Kanije Kalesini kuşatan haçlı ordusu 2 ay 8 gün devam edecek kuşatma müddetince kaleye günde bin ilâ iki bin gülle yağdıracaktı.
Kuşatma cereyan ederken Hasan Paşa, Sadrazam Yemişçi Hasan Paşa'dan yardım istemiş, ancak Sadrazamın gelme ihtimalinin olmadığını öğrenmiştir. Bu durum karşısında asla metanetini bozmamış, güya sadrazamdan geliyormuş gibi, kendi yazdırdığı bir mektubu kale ahalisinin önünde okutmuştur.
Yine Sadrazam'a hitaben yazdığı mektupların kasten düşmanın eline geçmesini temin etmiş, bu mektuplardaki, kalenin durumunun çok iyi olduğunu ve sadrazamın gelmesine lüzum olmadığını bildiren mesajlarıyla dşümanın moralini bozmuştur.
Kalede barutun bitmesi üzerine Uzun Ahmed isimli yeniçeri baruthane kurarak barut imal etmeğe başlamıştır.
Kalede yiyecek sıkıntısı çekilmesine rağmen yakalanan düşman esirleri yağla, balla beslenmiş ve bunların kaçmasına göz yumularak gördüklerini anlatmaları temin edilmiştir.
Zaman zaman yapılan huruç hareketleriyle düşmanın gözü yıldınlmıştır.
Hasan Paşa atın üzerinde dik durmak için kendisini urganla üzengiye bağlatmış ve en önde hücum ederek düşmanı perişan etmiştir.
Devamlı yaptığı konuşmalarla askerin moralini takviye ederek şevk içerisinde olmalarını temin etmiştir. Hasan Paşa'nın Allah uğruna şehid olmanın faziletini anlatmasından sonra askerler şehadet şerbetini içmek için büyük bir azimle düşman saflarına dalmaktan çekinmemişlerdir.
"Paşam!.. Gazilik mi iyidir, yoksa şehitlik mi?" diyen askere şu cevabı vermiştir. "Cenab-ı Hak şehitliği kime dilerse ona verir. Gaza ise hepimize farzdır. Yani Allah'ın kati bir emridir."
Bu cevabı alan asker, kendisiyle birlikte savaşa katılıp şehid olmayı arzuladığını söyleyince Hasan Paşa, "Sen burada oturacaksın, emrime itaat edip gazi olacaksın! Şehid, belki ben olurum. İtiraz istemem." demiş ve hususi olarak vazifelendirdiği Yeniçeriyi kalede bırakarak kendisi yalınkılıç düşman saflarına dalmıştır.
Seksenlik komutanlarının cesaretini, kararlılığını gören gaziler coşuyor, birbirleriyle fedakarlık ve kahramanlık yarışına girişiyorlardı. Atılan güllelerden kalenin bedeni delik deşik olmuştu. Bu delikler geceleri sabahlara kadar çalışılarak sepet parçaları, yırtık elbiseler ve bulabildikleri diğer eşyalarla tıkanıyordu.
Kış bastırınca kaledekilerin durumu daha da vahim hal almıştı. Artık dayanmak imkansız hale gelmişti. Bu durum karşısında Hasan Paşa diğer komutanlarıyla istişare ederek umumî bir taarruza karar verdi. 17 Kasım 1601'de Mehteran. cenk havasını vurmaya başlamıştı. Kaledeki serdengeçtiler tekbir getiriyorlardı. İşte bu coşkunluk içerisinde Gazi Kara Ömer Ağa 800 yiğitle kaleden çıkmış ve yıldırım gibi düşman içerisine dalmıştı. Bu beklenmedik saldın hareketi üzerine düşman paniğe kapılmıştır. Onlar Sadrazamın ordusunun geldiğini zannediyorlardı. Hasan Paşa ise kaledeki bütün topları son bir defa ateşletiyor ve güya Sadrazamı selamlıyordu. Düşman ordugâhı karışmıştı ve panik başlamıştı. Gazilerin "Allah Allah" sadalan yeri göğü tutuyordu.
İlk hamlede düşmanın bütün ağırlıkları, yiyecekleri, cephaneleri ele geçirilmişti. Düşman 18 bin ölü vererek darmadağınık vaziyette kaçışmaya başlamıştı. Bunun üzerine üç bin yeniçeri düşmanı takibe başlamış ve 18 Kasım günü de 30 bin düşman imha edilmişti. Başkumandan Arşidük Ferdinand ve çok az askeri canını zor kurtarmıştı. Düşmanın 47 büyük kuşatma topu, 14 bin tüfek, 60 bin çadır, 14 bin kazma ve kürek, binlerce araba dolusu yiyeceği ele geçirilmişti. Aynca Ferdinand'ın altın tahtı ve otağı da zaptedilmişti. Muazzam bir zafer kazanılmıştı.
Hasan Paşa Ferdinand'ın çadınna girmiş ve böylesine bir zaferi kendisine nasib ettiği için şükür secdesine kapanmış ve iki rekat namaz kılmıştır. Daha sonra yanındakilere dönerek şöyle demiştir: "Bu kadar âciz olduğumuz halde böyle apaçık bir fethin bize nasib olması sadece Cenâb-ı Hakkın yardımı ve Peygamberimiz Efendimiz Hazretlerinin mâcizesi bereketiyledir. Tam bir samimiyetle çalışılır ve benim gibi âciz bir ihtiyar da olsa kumandana tam bir itaatla bağlanılırsa Cenab-ı Hak Müslümanlardan yardımı hiç bir zaman esirgemez."
Hasan Paşa, Zaferin ardından bütün ganimeti gaziler arasında pay eder, kendisi hiçbir şey almaz. Yakın arkadaşı olan Şair Faizî'nin tarifiyle, "son derece cesaretli, o derecede yumuşak huylu, o derece güzel ahlaka sahip ve alçak gönüllü bir kişi" olan Hasan Paşa'nın dünya malında gözü yoktu. Öyle ki büyük fedakarlık gösteren Ömer Ağa'ya kendi sorumluluğunda olan Peç sancak beyliğini vermiştir.
Zafer duyulunca İstanbul'da bütün evlerde şenlikler yapılmaya başlanmıştır. Zafer üzerine Sultan III.Mehmed Hasan Paşaya bizzat kendisinin yazdığı bir mektup göndererek paşayı tebrik etmiş, mükafat olarak; üç hil'at, murassa bir kılıç ve üç tane at göndermiş, ayrıca vezirlik rütbesi verilmiştir. Bütün bunlar karşısında, son derece tevazu sahibi olan Hasan Paşa sevinmemiş, bilakis üzüntüsünden göz yaşı dökmüştür. Sebebi sorulduğunda şöyle demiştir şanlı kumandan:
"Kanije'de ettiğimiz küçük bir hizmete karşılık bize vezirlik vermişler ve "Hatt-ı Hümayun" göndermişler. Halbuki, Kanun! Sultan Süleyman, Makbul İbrahim Paşa'y ı tam bir yetkiyle kendi yerine vekil tayin ettiği zaman bile O'nun eline bu kadar iltifatlar ihtiva eden bir mektup vermemişti. Rahmetli Piyale Paşa, Yavuz Sultan Selim Hazretlerinin damadı olduğu ve deniz muharebelerinde bütün Hıristiyan hükümdarlarının donanmalarına galip geldiği ve Sakız Adas'nın fethi gibi nice muvaffakiyetler elde ettiği halde kendisine vezirlik çok görülmüştü. İslâm Halifesi'nin Hatt-ı Hümâyûnu Kanije muhasarası gibi küçük bir hizmete mükafat olmaya başladı. Devletin vezirliği, benim gibi kocamış kimselere kaldı. Buna üzülmeyeyim de neye üzüleyim!"
Yüz bin kişilik düşman ordusunu perişan etmeyi gözünde büyütmeyip Devletin en mühim makamına nefsini layık görmeyen ve otoriteye bağlı, Devletin şahsı manevisini üstün tutmak için azami gayret gösteren bir şahsiyet... Hasan Paşa misalim görünce Osmanlı Devletinin altı asır yaşamasının sırrını anlıyor insan.
Kanije'nın şanlı serdarını son nefesine kadar din uğruna, Devlet uğruna gayret gösterirken görmekteyiz.
Kanije'den sonra Bosna'ya oradan Budin valiliğine gönderilmiş, daha sonra Beylerbeyi olmuştur.
Devlete başkaldıran Celali eşkıyalarından Canbolatla oğlunun isyanını bastırmıştır. Ayaklanmayı bastırdıktan sonra 1608'de tekrar Budin valiliğine dönmüş ve bu vazifede iken 1611'de vefat etmiştir. | |
| | | | Tarihimize Şan Verenler...!!! | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|